5 Şubat 2012 Pazar

Zenne- Yaşamın Renkleri


ZENNE


Urfa'lı bir ailenin oğlu olan üniversite son sınıf öğrencisi Ahmet (Erkan Avcı), bir dizi olay sonrasında bir gece klübünde danseden Can (Kerem Can) ile tanışır. Can'ın fotoğraflarını çekmek isteyen Alman fotoğrafçı Daniel'in de (Giovanni Arvaneh) aralarına katılmasıyla üçü arkadaş olurlar. Ancak zamanla Ahmet ile Daniel arasında bir aşk başlayacak, bu ilişki üçünün de hayatını  hiç hesaplamadıkları şekilde değiştirecektir.  


Yıllar önce "Yaşamın Renkleri" diye bir film izlemiştim. Film, bir kasabadaki tekdüze ve sıkıcı hayatın; insanlar arasındaki ilişkilere aşkın, tutkunun, edebiyatın, sanatın egemen olmasıyla değişip güzelleşmesini anlatıyordu. Filmin çarpıcılığı, siyah beyaz başlayıp gelişmelerle birlikte yavaş yavaş renklenmesinden geliyordu. Gelişmeler ilk etapta alışageldik düzeni korumak isteyenleri korkutsa da,  bir kez renklerle tanışan insanoğlu eski siyah beyaz sıkıcı hayatına dönemiyor ve sonuçta "Yaşamın Renkleri" hayatı dönüştürüp güzelleştiriyordu.   


"Zenne" de, "Yaşamın Renkleri" gibi renkleri bir sembol olarak kullanıyor. Ahmet'in gay olduğunu kabullenemeyen ailesi renklerden ne kadar uzaksa, zenne Can'ın cinsel kimliğini kabullenmekle kalmayıp onu sonuna kadar annesi (Tilbe Saran), renklerle o kadar haşır neşir:  Renkli kağıtlara mektuplar yazıyor, renkli resim çerçevelerine fotoğraf koyuyor, rengarenk örtüler, yorganlar dikiyor. Cinsel kimliğini ailesinin de desteğiyle özgürce yaşayan Can ise, hem sahnede hem de özel hayatında rengarenk giyiniyor. Hayalleri bile rengarenk: Kelebekler, çiçekler... 
Film, adeta açıkça, "hayatınızda renklere -farklılıklara, çeşitliliğe- yer açın" diyor. 
Ama nereye kadar? 
Ahmet'e "Artık bu beyaz tişörtleri görmek istemiyorum üzerinde" diyerek kimliğini sakınmadan yaşaması mesajı veren Can, Ahmet'in ölümünden sonra kırmızı, sarı tişörtlerini kendisi terkederek  beyaz giymeye başlıyor. Çünkü hayatta kalmak, kimi kez dürüstlükten daha önemli. Çünkü dürüst olduklarımız, bu dürüstlüğü takdir edecek ve gerçekle yüzleşebilecek kapasitede değilse, hayatı tehlikeye atmaya değmiyor. 


Ahmet, kendisinin "farklı" olduğunu daha çok küçükken hissediyor. Ailesinin, özellikle annesinin bunu asla kabullenemeyeceğini de... 
Ahmet'in annesinden (Şükran Çalışkur) adeta tiksiniyoruz. Can'ın annesi ne kadar hoşgörülü, açık fikirli ve sevgi dolu ise, Ahmet'in annesi de o kadar sevgisiz, katı ve nefret dolu. Filmin seyirciye uç noktaları göstererek bir orta yol önermesinin, bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum. Belli ki filmin yönetmenleri Caner Alper ve Mehmet Binay, renklerimizi/kimliğimizi/yaralarımızı insanlara göstermeden önce oturup biraz düşünmemiz gerektiği kanısındalar. Filmin mesajı bu anlamda net. Doğrusu Ahmet Yıldız'ın başına gelenlerden sonra bu mesaja hak vermemek elde değil.    


Film, ilk yarıda kopuk kopuk ilerliyor. Ahmet'i kim takip ediyor, Ahmet'in babası niye o kadar ezik, zenne nerede kalıyor, Daniel Afganistan'da ne yaşamış; bir türlü anlayamıyorsunuz. Üstelik, film başlar başlamaz kendinizi  Can'ın dansettiği klüpte, yarı çıplak makyajlı erkekler arasında buluyorsunuz. Küfürler, açık saçık konuşmalar havada uçuşuyor. Dolayısıyla benim gibi steril hayat sahiplerinin karakterlerin gündelik hallerine tanık olup da empati kurması zaman alıyor.  


Sonra ikinci yarı başlıyor ve taşlar birer birer yerine oturuyor, sorular cevaplanıyor, film akıp gidiyor. 


Ahmet'i canlandıran Erkan Avcı, hem fizik olarak gerçek Ahmet'e benziyor, hem de zenne Can'ın annesi gibi onu, "Ay boncuk gibi bir şey bu" diye sevesiniz geliyor. O kadar melek gibi görünüyor. Antalya Film Festivalinde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü almış. Zenne'nin Altın Portakaldan en iyi ilk film ödülü dahil  toplam beş ödülü var. Bana göre herkes rolünün hakkını vermiş. Müzikler ve zenne rolündeki Kerem Can'ın dansları da harika. 


Film, heteroseksüel dünyanın eşcinseller üzerinde yarattığı baskıyı gayet güzel hissettiriyor.  Askere gitmemek için eşcinsel olduğunu kanıtlamaya çalışanların hali, sadece  eşcinsel oldukları için aşağılanan insanlar; canınızı yakıyor. 
Ne var ki, heteroseksüel dünyada "homofobi" üzerinize bulaşıyor işte. İki erkeğin öpüşmesi, sevişmesi; alışık olmadığımız bir görüntü ve ne kadar açık fikirli olursanız olun, görmek için can attığınız bir sahne değil bu.  İşte filmin asıl başarısı da burada: Film, "iki insan arasında sevgi varsa gerisi teferruattır"'ı çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Fotoğrafçı Daniel''in Almanya'dan kalkıp gelen kız arkadaşının Daniel'i öptüğü bir sahne var ki, birbirini sevmediği apaçık belli bu iki insanın öpüşmesindense, birbirini çok seven Daniel ile Ahmet'in öpüşmesini yüz kere tercih ediyorsunuz. "Zenne", sadece bunun ne kadar önemli olduğunu hissettirebilse bile, bence amacına ulaşmış sayılır.  


Bu da gerçek hayat: 
Ahmet Yıldız, 15 Temmuz 2008’de, İstanbul Üsküdar’daki evinin önünde kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce öldürülüyor. İstanbul Üsküdar'da Ağır Ceza Mahkemesinde görülen dava, üç yılı aşkın süredir devam ediyor. Katil hala yakalanamamış. Bir numaralı zanlı, Ahmet Yıldız'ın cinayetten beri firarda olan babası. 
Olaydan sonra Ahmet'in cesedi günlerce morgda kalmış, herhangi bir yakınlıkları olmadığı için sevgilisine ya da arkadaşlarına teslim edilmemiş. Ahmet bu nedenle,  -hiç de kimsesiz olmamasına rağmen-, kimsesizler mezarlığına gömülmüş. 


Ahmet Yıldız, hikayesi bize ulaşan "şanslı" insanlardan biri. Peki ya ulaşamayanlar? 
Dilerim Ahmet Yıldız'ın katili yakalanır ve cezasını çeker. Ama esas dileğim, başka cinayetler olmamasıdır. 


İyi seyirler. 

1 yorum: