9 Nisan 2012 Pazartesi

Şahane Misafir

Görmek İnanmaktır!



Oyuncu olmak isteyen ve hem hoşlandığı adamla beraber olmak, hem de oyuncu seçmelerine katılmak için Roma'ya gelen Pietro, taşındığı eski evde kendisinden başka bir de tiyatro grubunun yaşadığını gördüğünde önce korkacak, ancak zamanla onların hikayelerini de merak edecek ve hatta seçmelere çalışırken onlardan yardım alacaktır. Bu arada grup üyelerinin de kendilerinden bir isteği vardır: Kayıp grup üyesi Livia Morosini'den haber alabilmek...


Şahane Misafir bence şahane başlıyor, evdeki misafirlerin farkına varılan gerilimli sahnelerden sonra neşeli/hüzünlü akıp gidiyor. Filmin başrolündeki Pietro (Elio Germano), diğer Ferzan Özpetek filmlerindeki karakterler gibi  cinsel kimliğini çevresine açıklamakta sıkıntı çekmiyor belki, ama yine de gönül işlerinde çok başarılı olduğu söylenemez. Nitekim "Ben daha gay olmayı beceremiyorum, nerde kaldı heteroseksüellik" dediği bir sahne var; film ilerledikçe pek de haksız olmadığını görüyorsunuz. 


Elio Germano, bana göre muhteşem bir Pietro portresi çizmiş, onun o şaşkın, sempatik, herkese yardım etmeye çalışırken bir yandan da kendi hayatını düzene sokmaya çalışan hali, mimikleri, gülüşü; bu adamdan başkası Pietro olamazdı diye düşündürüyor insana. Çok sevdim ben Pietro'yu. 
Bir başka çok başarılı performans, Livia Morosini'yi canlandıran Anne Proclemer'dan. Özellikle bir sahne var ki, -muhtemelen çok fazla insanın dikkatini çekmeyecektir-;  ben o sahnede Livia'nın nasıl bir insan olduğunun anlatılış şekline bayıldım. Ben de olsam, buna benzer bir sahne çekerdim herhalde.  Çünkü insanın içindeki iyiliğin, kötülüğün ve bir insanın vicdan sahibi olup olmadığının; onun sadece insanlara değil dünya üzerindeki diğer canlılara nasıl davrandığı ile de çok yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. 


Şahane Misafir, Cem Yılmaz'ın varlığıyla da çok konuşuldu. Doğrusu ben Cem Yılmaz'ı görür görmez gülecek bir seyirciden korkuyordum; tıpkı Kemal Sunalda olduğu gibi; neyse ki korktuğum olmadı. Cem Yılmaz da tıpkı diğer oyuncular gibi zaman zaman güldürdü zaman zaman ağlattı. Bilenler İtalyanca aksanının ve İtalyanca konuşurken mimiklerinin mükemmel olduğunu söylüyorlar. Zaten bu filmde oyunculukla ilgili hiçbir sorun yok. Bu,  hepsinin iyi oyuncu olmasının yanısıra, yönetmen Ferzan Özpetek'in de başarısıdır sanırım. 


Filmde çok dokunaklı sahneler var. Hayatta her türlüsü çok yaralayıcı olabilecek ihanet var mesela. Bu arada filmdeki ihanet tanımına dikkat. Kibirin ne olduğunu Dogville'den öğrenmiştik, bu kez ihanetin ne olmadığını Şahane Misafir'den öğreniyoruz. Şahane Misafir'de sadece ihanet yok tabii, hayal kırıklığı da var, özlem de. Ama en çok hayaller ve gerçekler var.  Neyin hayal, neyin gerçek olduğu, size göre gerçek olan bir şeyin başkalarına nasıl hayal görünebildiği, insanın hayalleriyle başbaşayken ne kadar yanlız olduğu çok güzel anlatılmış. Filmin finali de gayet güzel, insanda bir eksiklik duygusu yaratmıyor, bu hikaye işte böyle sonlanabilirdi dedirtiyor. 


Şahane Misafir şunları da düşündürdü bana: 
-Hepimiz sevmek ve sevilmek istiyoruz, dünyadaki tüm canlıların aradığı bu. Ama bazen hiç haketmeyen, daha doğrusu kıymetini bilmeyen birine sunuyoruz sevgimizi. İnsanoğlu işte... Pietro'nun görmezden geldiği yakışıklı komşuya yazık valla...
-Güzel bir sofranın etrafında toplanmak, birbirini hiç tanımayan insanları bile birbirine yakınlaştırabilir. 
-Bencil ve kendini düşünen insanlar fiziken zarar görmezler belki ama huzursuzluk ve vicdan azabı farkında olmasalar da içlerinde irinli bir yara gibi durur, yıllar geçtikçe gözlerindeki ışığı da alıp götürür. 



Son olarak, herkes Sezen Aksu'nun Gitmem Daha'sını konuşuyor, ama bence Sude filme çok şey katmış. 


İyi seyirler. 





















20 Mart 2012 Salı

Machine Gun Preacher

Siz hiç çekici bulduğunuz bir adamın kötü bir filmini izlediniz mi? Ben izledim. Gerard Butler'ın başrolünde oynadığı Machine Gun Preacher'dan bahsediyorum. 
Hislerim hala aynı, Gerard'ı hala çekici buluyorum. 
Ne var ki en güzeli, çekici bulduğunuz bir adamın iyi bir filmini izlemektir. 
Hatta bazen film o kadar iyi olur ki, çekici bulduğunuz adama aşık eder sizi. Nitekim The Ledge filmindeki Gavin karakterine aşık olmam da sanırım bu sebeptendir. 
The Ledge'i önümüzdeki günlerde yazacağım. 
Şimdi Machine Gun Preacher'dan bahsedelim biraz. 


Film, gerçek bir hayat hikayesine yaslanıyor. Sam Childers, motorsikletli çete üyesi, aynı zamanda uyuşturucu satıcısı ve silahları seven taşralı bir Amerikalıdır. Hapse girip çıkmakta, evleri basıp silahla tehdit ettiği adamlardan uyuşturucu gaspetmektedir. İşlerin cinayet işlemeye ramak kalacak kadar çığrından çıktığı bir gün "bu işleri bırakmaya" karar verir ve karısının da çabasıyla neredeyse bir günde dine dönerek "temizlenir". O günlerde tesadüfen bir inşaatta çalışmak üzere Sudan'a gidince, kendisine yeni bir meşgale aradığından olacak; Sudan'daki çocuklar için Sudan'da bir yetimhane kurmaya karar verir. Böylece cocuklar terörist olmaktan kurtulacaktır. İşte Machine Gun Preacher, Sam Childers'ın varını yoğunu harcayarak Sudan'da verdiği mücadeleyi anlatır.  


Bu filmden burada bahsetmemin sebebi, ilginç bir şekilde bu filmi izlediğim gün, George Clooney'in Sudan hükümetinin güneydeki sivillere yaptığı zulmü protesto ettiği için gözaltına alınması ve konunun gazetelerde yer bulması oldu. Sudan, doğal kaynakları oldukça zengin olduğu söylenen, altın, uranyum ve petrol yataklarına sahip, ancak yıllardır yaşanan iç savaşın darmadağın ettiği bir ülke. Hal böyleyken Sam Childers isimli bir Amerikalının eline silahı alıp oradaki çocuklar için savaşması hiç de samimi görünmüyor. Hadi peşin hükümlü olmayayım, adam samimi olsa bile, bende en ufak bir sempati ya da takdir yaratamıyor. Tabii bunda Amerika'nın tüm dünyada uyguladığı dış politikanın da etkisi var. Ne de olsa şimdiye kadar bir sürü "terörist devlet"in fakir halkına "insani yardım" yapan Amerika, oralara kendi elleriyle "demokrasi götürdü" ve bu arada ülkenin doğal kaynaklarını da işletmeye başladı; olur o kadar canım; hepimiz ezberledik artık bu numaraları.


Filmin sonunda gerçek Sam Childers'la yapılan bir röportaj var. Orada şöyle diyor Sam Childers: "Bir gün sevdiğiniz biri, kızkardeşiniz, erkek kardeşiniz, kızınız, oğlunuz kaçırılsa ve ben size onu geri getireceğimi söylesem, nasıl geri getirdiğimin bir önemi olur mu?" 
Bakın bu soru ilginç gerçekten. Bu soruya verdiğiniz cevap sizin adaletten ve vicdandan ne anladığınızın, nasıl bir dünya istediğinizin de cevabı aynı zamanda. Soru kolay gibi görünse de, son kararınızı vermeden biraz düşünün derim. 


Bence Gerard Butler'ı çekici buluyorsanız, The Ugly Truth'u veya P.S. I Love You'yu izleyin. En azından eğlenirsiniz.   


İyi seyirler. 

18 Mart 2012 Pazar

Aşırı Gürültülü Ve İnanılmaz Yakın-Extremely Loud&İncredibly Close


9 yaşındaki Oscar ile babası, haritalar, ipuçları ve kelime oyunlarıyla renklenen oyunlar oynamakta, New York'u ve dünyayı keşfetmeye yönelik bulmacalar çözmekte ve çok iyi anlaşmaktadırlar. 
Ne var ki 11 Eylül, hayatlarının ortasında bir bomba patlatır. 


Oscar, bir yıl sonra babasının dolabında, mavi bir vazo içinde bir anahtar bulur. Anahtarın hangi kilidi açtığını bulursa babasının "asla aramayı bırakmaması" yönündeki dileğini yerine getireceğini düşünerek tüm zamanını anahtarın açacağı kilidi bulmaya adar. Bu arayışta onlarca insanla tanışacak, onların hikayelerini dinlerken kendi hikayesi de netleşecek; kaybettiklerinin acısıyla başa çıkmayı öğrenirken aynı zamanda hayata devam etme gücü kazanacaktır. 


Film, Jonathan Safran Foer'in aynı adlı kitabından uyarlanmış. Ben kitabı okumadım ama okuyanların çok keyif aldığını biliyorum. Kitapta inanılmaz güzellikte kelime oyunları olduğundan bahsediliyor, herhalde bunların ancak bir kısmı filme yansıyabilmiştir. Ama film bu eksiklerle bile başından sonuna kadar kendini izletiyor ve merak duygunuzu araya serpiştirdiği sürpriz gelişmelerle her daim ayakta tutmayı başarıyor. Filmi bir yolculuk gibi düşünürsek, arada asfalttan çıkıp patikaya giriyor, bazen trekking yapıyor bazen dağa tırmanıyorsunuz ama manzara hep güzel, yolculuk hep keyifli. 


Bence Extremely Loud And İncredibly Close, bir 9/11 filmi değil. Amerika'nın yaşadığı bu trajedi, filmde aslında küçük bir yer kaplıyor. 
Bu film, kayıplarla başa çıkmak, kabullenmek, hayata  kayıplara rağmen devam edebilmek, vazgeçmemek ve affetmekle ilgili. Hatta sadece başkalarını affetmek değil, daha çok insanın kendini affedebilmesi ile ilgili.  Suçluluk duygusunun ne kadar acı verdiğini bilen biri olarak çok net söyleyebilirim: Asıl zor olan, kendini affetmektir. Gerisi hikaye! 


Yine de uyarayım: Bu filmin çok fazla duygu sömürüsü yaptığını, hikayenin adeta "daha fazla nasıl ağlatabiliriz" diye düşünülerek kurgulandığını düşünenler var. Film bu yönüyle çok eleştiriliyor, İmdb  puanı 6.6'da kalmış. 
Açıkçası filmi izlerken ben de gözyaşı döktüm, ama bu eleştirilere katıldığımı söyleyemem. Sonuçta hepimiz hayatta birilerini ya da bir şeyleri kaybettik, kaybediyoruz. Bu kayıpların sonrasında yaşamaya devam etmek bazen gerçekten güçlü olmayı gerektiriyor, insan çok fazla acı çekebiliyor. Dolayısıyla gözyaşları çok doğal. Bence izleyin ve kendiniz karar verin. 


Bu arada filmde terkettiğin yere geri dönmek, döndüğün yerde kabul edilmekle ilgili bir sahne var ki, çok beğendim; burada anlatmadan geçemeyeceğim:  Kadın elinde alışveriş torbalarıyla merdivenleri çıkar. Adam katta, merdiven başında;  valizleriyle onu beklemektedir. Yıllar sonra geri dönmüştür. Kadın hiç bir şey söylemez, adamın yüzüne bile bakmaz, duraklamaz; dairesine doğru yürümeye devam eder. Ancak elindeki poşeti yere bırakır ki adam taşısın, arkasından eve getirsin. O torbanın yere bırakıldığını gören adamın yüzündeki sevinç ifadesi ne kadar olağanüstüdür. Bir erkeği hayatına yeniden kabul ettiğini, bir kadın ancak bu kadar güzel anlatabilir. "Erkekler Marstan Kadınlar Venüsten" kitabını okuyanlar, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaklardır.  


Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, hem Oscarda en iyi film adayıydı, hem de 82 yaşındaki Max von Sydow'un en iyi yardımcı erkek oyuncu adaylığı vardı. Max von Sydow, Hal Brooktan sonra bu ödüle aday olan en yaşlı ikinci kişiymiş, o da sadece gün farkıyla. İnsan onun hikayesini de merak ediyor doğrusu. Bir filmdeki merak uyandıran yan hikaye sayısı, benim filmden aldığım keyifle doğru orantılı sanırım.    


Özetlersek: Film, baba oğul ilişkisiyle başlıyor, insanların travmaları nasıl atlattığı, atlatırlarken birbirlerine nasıl destek olduğu, ayakta kalmanın ve yola devam edebilmenin insana yaşattığı gurur, anılara sahip çıkmak ve buna benzer hayata dair pek çok insan hikayesiyle birlikte içinizi sızlatarak ilerliyor; sonunda bence umut vererek sürprizli bir finalle bitiyor. 


Filmin başında Oscar, "Dünya yüzünde şimdiye kadar yaşamış tüm insanların toplamından daha fazla insan yaşıyor şu anda"diyordu. Şu an yaşayan insan sayısının dünyaya gelip gitmiş tüm insanların sayısından daha fazla olduğunu bilmek şaşırtıcı. 
Bu da nüfusun feci bir şekilde arttığını mı gösteriyor acaba? Yoksa her şeyin yok olacağı ve yeniden sıfırdan başlayacağı günler, sandığımızdan daha mı yakın? Ne dersiniz?


İyi seyirler.

6 Mart 2012 Salı

HUGO - Amacını Kaybedersen, Bozulmuş Sayılırsın

Eski bir arkadaşım şöyle demişti:
"Her canlının bir amacı vardır. Mesela kuşların amacı, uçmaktır".
Ne kadar doğru!


O güne kadar hissiyat olarak hoşlanmadığım "kafesteki kuşlar" olgusu, o günden sonra aklımla da destekleyebildiğim bir reddedişe dönüştü. Kendini gerçekleştirebilmek için uçması gereken bir canlıyı kafese kapatan zihniyetten nefret ettim. Hayvanat bahçelerini eskisi kadar sevmez oldum. 


Ama bu konuda bardağı taşıran son damla, şimdi hatırlamadığım bir tanesinde, 10 metrekareden daha geniş olmayan bir alana kapatılmış bir kurtla gözgöze geldiğim an oldu.  Etrafta kimse yoktu. Aramızda en fazla üç metre vardı. O, parmaklıkların ardından gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Ben de ona baktım. Bu böyle birkaç dakika devam etti. Sonra ansızın içimi dayanılmaz bir sızı kapladı. O hayvanın uçsuz bucaksız bir ormanda koşmak yerine orada olması çok canımı yaktı. Sanırım gözlerini ilk kaçıran ben oldum, çünkü utanmıştım. O günden beri hayvanat bahçelerine gidemiyorum. Ne zaman o anı hatırlasam, o günkü gibi acı çekiyorum :(. 

Bunu size anlatmanın sebebi, Hugo'da da canlı cansız herşeyin ve herkesin bir amacı olduğundan bahsedilmesi. Hugo (Cabret), babasının ölümünden sonra istasyonu mesken tutmuş bir oğlan çocuğu.  Nesneleri tamir ediyor, çünkü bozuk makineler onu üzüyor. Onların üzerine düşen görevi yapamamalarına katlanamıyor. Ve insanlar için de aynı şeyin geçerli olabileceğini düşünüyor: "Amacını kaybedersen, bozuk bir makineden farkın kalmaz".


Film, bu argümanla beni  kalbimden yakalıyor, herkes hayattaki amacını bulmalı diye düşünüyorum. Ama tabii biz insanlar için bu o kadar kolay değil. Bir konserve açacağı olsaydık, amacımız konserveleri açmak olurdu. Oysa biz canlıyız, insanız; ve kendimizi nasıl gerçekleştireceğimizi bulmamız gerekiyor.


Hugo öyle herkesi çarpacak bir film değil. Tuhaf bir kopukluğu var filmin, hatta ilk yarıda film sanki ilerlemiyor gibi hissediyorsunuz. Ama ben derim ki, sadece film izlemekle değil, sinema sanatıyla da ilgileniyorsanız, Hugo'yu mutlaka görün. Her şeyden önce büyüleyici güzellikte üç boyutlu sahneleri için. Özellikle filmin ilk beş dakikasında, kameranın hareketleriyle, adeta diğer insanlarla birlikte 1930'lu yılların Paris'indeki o tren istasyonunda günün başlamasına tanık olmak harika bir duygu. Tabii filmi sinemada izlemek gerektiğini bir kez daha vurgulayayım. İkinci olarak, film sinemanın ustalarına, özellikle de bugünkü sinemanın temellerini atan, sinemada pek çok ilki gerçekleştiren George Melies'e bir saygı duruşu niteliğinde.  Aslında bir sihirbaz olan George Melies, 34 yaşında Lumier kardeşlerin bulduğu sinematograf makinesinin bir benzerini yaparak, onlarca film çekmiş. Sinemada özel efekti kullanan ilk yönetmen olarak biliniyor. Hugo, onun filmlerini de bize tanıtıyor ve bir tek insanın hayatta ne kadar çok şeyi değiştirebileceğini hatırlatıyor. 


Filmin konusuna gelince: Hugo Cabret, barındığı tren istasyonundaki dükkanlardan karnını doyuracak kadar yiyecek aşırmakta, boş zamanlarında babasıyla birlikte başladıkları bir işi tamamlamaya çalışmaktadır: Otomaton tamiri. Otomaton dedikleri, robota benzer, ancak saat mekanizması gibi komplike çarklarla çalışan insan görünümlü bir makinedir. O zamanın robotu da diyebiliriz. Hugo, otomatonu tamir edip çalıştırabilirse babasından mesaj alacağını düşünerek istasyondaki oyuncakçıdan tamire yarayacak ufak tefek parçalar çalar. Bu arada, başıboş dolaşan kimsesiz çocukları yakalayıp yetimhaneye teslim etmeyi iş edinmiş olan istasyon şefinden kaçmaktadır. Hayat bu minvalde akarken oyuncakçı dükkanı sahibi Hugo'yu kendisinden bir şeyler çalarken yakalar ve otomatonu tamir etmekte yararlandığı çizimlerin bulunduğu deftere el koyar. İşte bu andan sonra biz, oyuncakçının kim olduğunun ve o deftere niçin el koyduğunun cevabını izlemeye başlarız. 


Hugo, hayattaki amaçlarımızı düşündürürken, bize tutkularımızın peşinden gitmeyi öğütlüyor. Belki de en çok sevdiğimiz ve vazgeçemeyeceğimiz işi yapmak bizim hayattaki amacımızdır. Hadi gelin öyle bir iş yapalım ki, o işi iyi yapmakla kalmayalım; yaptığımız şeyle dünyayı değiştirelim. 


Yeter mi peki? Hayır. Birilerinin de hikayemizi anlatması gerek. 
O hikayeler anlatılmadan, dünya tam olarak değişmiyor. İşte Hugo'nun arkadaşı Isabelle sayesinde, hem Hugo'nun hem de George Melies'in hikayesi bize ulaşıyor. 
Finaldeki sahneye dikkat. Isabelle elindeki deftere yazmaya başlayarak, bence kendisi de hayattaki amacını buluyor. 
Sinema yapanlar, yazarlar... Hikaye anlatıcılarının hepsi. Sizlere ne kadar teşekkür etsek azdır. 


Film, Brian Selznick'in çocuk kitabından uyarlama. The İnvention of Hugo Cabret, İngilizce ve Türkçe olarak kitapçılarda. Okumak isterseniz...


İyi seyirler. 





26 Şubat 2012 Pazar

Oscar Tahminleri





Oscar ödül töreni bu gece. 


Bir süredir ne film izleyebildim ne de yazabildim. Çünkü evimdeki televizyonun kumandası şimdilik babamda. Kumanda babamdayken sinemayla değil, sporla haşır neşiriz. Lakin böyle gelmiş böyle gitmez, orası kesin.   



Hala izleyemediğim filmleri bir kenara bırakırsak, izlediklerim üzerinden biraz Oscar sohbeti yapalım: 

Oscar tarihinde bugüne kadar sadece 3 film "En İyi Film", "En İyi Yönetmen", "En İyi Aktör", "En İyi Aktris" ve "En İyi Senaryo" dallarının hepsini birden kazanmış. Bu filmler "Bir Gecede Oldu", "Guguk Kuşu" ve "Kuzuların Sessizliği". Üçünü de izledim. Listede Frank Capra'nın  1934 yapımı "Bir Gecede Oldu" (It Happened One Night) filmi yerine, "It's A Wonderful Life"'ı olsaydı, en ufak bir itirazım olmazdı. James Stewart'a hayran olduğum ve hikayesine bayıldığım fantastik drama türündeki bu film (Şahane Hayat adıyla Türkçeye çevrildi), ne yazık ki güçlü rakibi nedeniyle 1946 yılında hiçbir Oscar kazanamamış. William Wyler'ın The Best Years Of Our Lives (Hayatımızın En Güzel Yılları) neredeyse bütün ödülleri toplamış. Ne yapın edin, Şahane Hayat'ı izleyin. İlk fırsatta bu filmi burada yazacağım, ki Frank Capra'nın da en sevdiği filmiymiş Şahane Hayat. 

Sadece üç film 11 dalda Oscar ödülünü almayı başarmış: "Ben Hur", "Titanic" ve "Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü" . Benim itirazım yok. Sanırım Ben Hur'u bir yerlerden bulup yeniden izlemek lazım.

Bu yıla gelirsek:

En İyi Film Adayları: "The Artist", "Descendants", "Extremely Loud & Incredibly Close", "The Help", "Midnight in Paris", "Moneyball", "The Tree of Life" , "Hugo" ve "War Horse" . 

Hugo'yu izlemediğim ve illa ki sinemada izlemek istediğim için kesin bir şey söylemek zor, ama "The Artist" diğerlerine göre bir adım önde gibi. "Midnight in Paris" (Paris'te Geceyarısı) bence çok güzel bir film, hele ki edebiyat sevenlerin tekrar tekrar izlemek isteyeceği, üzerinde çok konuşulacak, izlemesi de gayet keyifli bir Woody Allen filmi. Ama "en iyi film" parlaklığında bulunmayacaktır diye düşünüyorum. "The Help"de (Yardımcı) de bu parlaklık var, yine de ikisi arasında seçim yapmam gerekirse The Artist derim. Descendants'a pek şans vermiyorum.

En İyi Yönetmen Adayları: Michel Hazanavicius (The Artist), Alexander Payne (The Descendants), Martin Scorsese (Hugo), Woody Allen (Midnight in Paris) ve Terrence Malick (The Tree of Life). 

Ah, keşke Hugo'yu izlemiş olsaydım. Hiçbiri değil ama Hugo beni ikircikli bırakıyor, tahmin yapmıyorum, yazı tura atıyorum resmen: Michel Hazanavicius . Ama Martin Scorsese harikalar yaratmış olabilir.

En İyi Erkek Oyuncu Adayları: Demian Bichir (A Better Life), George Clooney (The Descendants), Jean Dujardin (The Artist), Gary Oldman (Tinker Tailor Soldier Spy) ve Brad Pitt (Moneyball).

George Clooney kesinlikle değil. Tamam iyi oynamış ama mucizeler yaratmamış. The Descendants dışında sadece The Artist'i izlemiş olduğum için müsaadenizle burada tahmin yapmayayım. Ayıp denen bir şey var sonuçta.
En İyi Kadın Oyuncu Adayları: Glenn Close (Albert Nobbs), Viola Davis (The Help), Rooney Mara (The Girl with the Dragon Tattoo), Meryl Streep (The Iron Lady) ve Michelle Williams (My Week with Marilyn).

Viola Davis  hakikaten iyi oynamış. Ben Glenn Close'u da beğendim, her ne kadar adı pek geçmese de. Meryl Streep'i izlememiş olmak bir eksi tabii, herhalde Demir Leydi'yi hakkıyla canlandırmıştır. Okuyucu jokeri hakkımı kullanabilir miyim?  

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Adayları: Octavia Spencer (The Help), Berenice Bejo (The Artist), Jessica Chastain (The Help), Janet McTeer (Albert Nobbs) ve Melissa McCarthy (Bridesmaids).

Octavia Spencer önde görünse de, Berenice Bejo ya da Janet Mc Teer 'de aklım kalıyor. Valla zormuş bu tahmin işi...

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayları: Kenneth Branagh (My Week with Marilyn), Jonah Hill (Moneyball), Nick Nolte (Warrior) Christopher Plummer (Beginners) ve Max von Sydow (Extremely Loud & Incredibly Close).

Sadece Beginners'ı izledim; filmi de, Christopher Plummer'ı da çok beğendim. Başka şansım da yok ama, onu tek geçiyorum. Oscar'ı alırsa helali hoş olsun. 

Diğer adayları oylamaya vakit yok. 
Sadece şunu söyleyeyim: İran filmi "Bir Ayrılık" (A Seperation) ve Woody Allen'ın  "Midnight İn Paris"i mutlaka ödül alsın. Ben de ilk fırsatta gidip HugoYu izleyeyim. Tabii sinemada...

İyi seyirler.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Albert Nobbs-Kimliğimiz Hayatımızdır


İngiliz sömürgesi olan 19. yy İrlandasında, gösterişli bir otelde uşak olarak çalışmakta olan Albert Nobbs'ın yıllardır herkesten gizlediği sırları vardır. Boyacı olarak otele gelen ve Albert Nobbs'un odasında bir gece kalan Bay Hubert Page, bu sırlardan bazılarını keşfederek adeta kurulu düzeni altüst edecek; gelişmeler üzerine Albert Nobbs, hayatını çok daha farklı yaşayabileceğinin farkına varacaktır.


Bu filmin vizyon tarihi hala açıklanmamış, şimdilik ülkemizde vizyona girmeyecek gibi görünüyor. En İyi Kadın Oyuncu Oscarı falan alırsa bir şansı olabilir. Zira Glenn Close'un En İyi Kadın Oyuncu dalında ve Janet Mc Teer'in En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar adaylıkları bulunuyor.


Albert Nobbs'u Zenne filmi ile aynı gün, Virginia Woolf'un "Mrs Dalloway"'ini okuduğum günlerde izlememin bende tuhaf etkileri oldu. Film izleme keyfinizi kaçırmadan nasıl bir etki yaptığından bahsetmem mümkün olmadığından, bu kısmı es geçeceğim. Sadece peşin peşin söyleyeyim, ben "Albert Nobbs"'u beğendim.


Glenn Close, bir kez daha dikkat çekici bir karakterle karşımızda. Onun canlandırdığı tipler, her köşe başında rastlayabileceğiniz tipler olmuyor genellikle (Tehlikeli İlişkiler ve Michael Douglas'a dünyayı dar ettiği Öldüren Cazibe'yi hatırlayın). Nitekim bu filmde de, duygularını hiç hissettirmeyen, adeta robot gibi bir kişilik çizmiş. Gülümsediğini, ancak hayal kurduğunda ya da onlardan bahsederken görebiliyoruz; sadece o zaman gözlerinde bir ışıltı oluyor. Bir insanın hayatını tek bir hedefe kilitlemesinde, tüm yumurtaları tek bir hayal sepetinde toplamasında, kim ne derse desin acıklı bir taraf var.


Hemen uyarayım: Eğer tercihiniz yüksek tempolu filmlerden yanaysa, Albert Nobbs'u izlemek istemeyebilirsiniz. Evet filmin temposu biraz düşük, ama durağan bir film olduğunu da söyleyemem. Tam tersine, sakin sakin; bir sürü gelişmenin yaşandığı bir film bu. Hani bazı filmler vardır, saniyede bilmem kaç görüntü geçer ama anlatmaya kalksanız, o arada bol bol hoplama zıplama pek de bir şey olmamıştır. Oysa "Albert Nobbs", yavaş yavaş derinden ilerliyor ve film bittiğinde her karakter için söyleyecek birkaç sözünüz oluyor.


"Albert Nobbs", dünyevi hazlar, yaşamdaki hedefler, ertelemek, hayaller; yoksulluk, ve kadın olmakla ilgili bir film. Ama en çok seçtiğimiz kimliklerle, bu kimliğin kendimize çizdiğimiz yolu ve hayatımızı nasıl belirlediğiyle ilgili bir film. Sözgelimi, dış görünüşümüz kimliğimizi büyük ölçüde etkiliyor diyebiliriz belki. Topuklu giydiğimizde daha seksi hissetmemiz mesela, pekala bu yüzden olabilir. Hatta üzerimize bir üniforma geçirip onunla yeterince yaşadığımızda, kendimizi üniformanın doğal koruması altında varsayabiliriz. Varsayanlar olmuştur.  
İşte Albert Nobbs, bize bunları düşündürüyor.


İtiraf etmeliyim ki, uşak Albert Nobbs'un görünüşü biraz rahatsız edici. Ancak boyacı Hubert Page son derece doğal ve hatta çekici. O dönemin İrlanda'sında yaşanan işsizlik ve yoksulluk, insanlık tarihinde hep varolan gelir dağılımındaki eşitsizlik ve hayatın adil olmayan tarafı, diğer karakterlerin başarılı oyunuyla ince ince işlenmiş. Filmi izlerken bu karakterler için üzüldüğünüzü, onlarla empati kurmaya başladığınızı görüyorsunuz.

Birkaç sahne var ki, bahsetmesem olmaz. Aklıma takıldı kaldı. Doktorun Albert Nobbs'u muayene ettiği andaki şaşkınlığı, sonraki gün  Albert Nobbs'un özel eşyalarının yatağının üzerine dizilmesi ve o noktada doktorun, " Bazıları acınacak hayatlar yaşıyorlar"demesi...
Hayatımızı neye harcadığımızla ilgili bir film bu biraz da. Bu nedenle Albert Nobbs'un hayallerini gerçekleştirmek uğruna  "şimdi"yi feda etmesi,
olan biten sonrasında "Değer miydi" dedirtiyor insana. Ah, gamsız hayat! Herkesi başka yorar, görmez göz yaşını.


Son söz:  Cinsel kimliğimizin, kadın-erkek rollerimizin ayırdına varmak, yaptığımız işin hayatımızdaki etkisini hissetmek, bakış açımızdaki ufak bir değişiklikle bile hayatımızın ne çok değişebileceğini görmek; kendimizi yine kendi belirlediğimiz kimliklere nasıl hapsettiğimizi farketmek için; Albert Nobbs'u izleyin derim.


İyi seyirler.

7 Şubat 2012 Salı

2012 Oscar Adayları Listesi



26 Şubat gecesi sahiplerini bulacak Oscar ödülleri öncesinde, listeyi derli toplu görmekte yarar var diye düşündüm. Önce "Oscar'ın habercisi" olarak nitelenen Altın Küre kazananların listesi: 


2012 Altın Küre Film ödüllerini kazananlar:

-En iyi film:
 The Descendants
-En iyi erkek oyuncu: George Clooney
-En iyi kadın oyuncu: Meryl Streep  The Iron Lady
-En iyi film (Müzikal veya Komedi): The Artist
-Eniyi erkek oyuncu (Müzikal veya Komedi): Jean Dujardin (The Artist)
-En iyi kadın oyuncu: Michelle Williams (Müzikal veya Komedi): (My Week With Marilyn)
-En iyi yönetmen: Martin Scorsese (Hugo)
-En iyi yardımcı erkek oyuncu: Christopher Plummer (Beginners)
-En iyi yardımcı kadın oyuncu: Octavia Spencer (The Help)
-En iyi senaryo: Woody Allen (Midnight in Paris)
-En iyi yabancı dilde film: (A Separation) (İran)
-En iyi animasyon: The Adventures of Tintin (Steven Spielberg)
En İyi Orijinal Müzik: Ludovic Bource, The Artist
Ve, kategorilere göre Oscar Adayları listesi. Çok yakında En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu adaylığı dahil üç dalda (En İyi Makyaj) Oscar adaylığı bulunan Albert Nobbs filmini yazacağım. 26 Şubat yaklaştıkça burada Oscar tahminleri yaparız beraber.  
2012 OSCAR ADAYLARI
En İyi Film:
War Horse
Artist
Moneyball
The Tree of Life
Midnight in Paris
The Help
Hugo
The Descendants
Extremely Loud and Incredibly Close
 En İyi Erkek Oyuncu
Demian Bichir "A Better Life"
George Clooney "The Descendants"
Jean Dujardin "The Artist"
Gary Oldman "Tinker Tailor Soldier Spy"
Brad Pitt "Moneyball"
En İyi Kadın Oyuncu
Glenn Close "Albert Nobbs"
Viola Davis "The Help"
Rooney Mara "The Girl with the Dragon Tattoo"
Meryl Streep "The Iron Lady"
Michelle Williams "My Week with Marilyn
En İyi Yönetmen
Martin Scorsese - ''Hugo''
Wood Allen - ''Midnight in Paris''
Michel Hazanavicius – ''The Artist''
Terrence Mallick - ''The Tree of Life''
Alexander Payne  ''The Descendants''
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Kenneth Branagh ''My Week With Marilyn''
Jonah Hill ''Moneyball'
Nick Nolte ''Warrior''
Christopher Plummer ''Beginners''
Max von Sydow ''Extremely Loud and Incredibly Close''
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Berenice Bejo ''The Artist'
Jessiaca Chastain ''The Help''
Melissa McCarthy ''Bridesmaids''
Janet McTeer ''Albert Nobbs''
Octavia Spencer ''The Help''
En İyi Görüntü Yönetimi
Guillaume Schiffman ''The Artist'
Jeff Cronenweth ''The Girl the Dragon Tattoo''
Robert Richardson ''Hugo''
Emmanuel Lubezki ''The Tree of Life''
Janusz Kaminski ''War Horse'
 En İyi Animasyon
A Cat in Paris
Chico & Rita
Kung Fu Panda 2
Puss in Boots
Rango
En İyi Orijinal Senaryo
Michel Hazanavicius – ''The Artist''
Annie Mumolo & Kristen Wiig ''Bridesmaids''
J.C. Chandor ''Margin Call''
Woody Allen ''Midnight in Paris''
Asgar Farhadi ''A Seperation''

En İyi Uyarlama Senaryo
Alexander Payne ve Nat Faxon & Jim Rash "The Descendants"
John Logan ''Hugo''
George Clooney & Grant Heslov ve Beau Willimon ''The Ides of March''
Steven Zaillian ve Aaron Sorkin ''Moneyball
Bridget O'Connor & Peter Straughan ''Tinker Tailor Soldier Spy''

En İyi Yabancı Film
A Separation (Iran)
In Darkness (Poland)
Monsieur Lazhar (Canada)
Footnote (Israel)
Pina (Germany)
En İyi Görüntü Yönetimi
Guillaume Schiffman ''The Artist'
Jeff Cronenweth ''The Girl the Dragon Tattoo''
Robert Richardson ''Hugo''
Emmanuel Lubezki ''The Tree of Life''
Janusz Kaminski ''War Horse'