20 Mart 2012 Salı

Machine Gun Preacher

Siz hiç çekici bulduğunuz bir adamın kötü bir filmini izlediniz mi? Ben izledim. Gerard Butler'ın başrolünde oynadığı Machine Gun Preacher'dan bahsediyorum. 
Hislerim hala aynı, Gerard'ı hala çekici buluyorum. 
Ne var ki en güzeli, çekici bulduğunuz bir adamın iyi bir filmini izlemektir. 
Hatta bazen film o kadar iyi olur ki, çekici bulduğunuz adama aşık eder sizi. Nitekim The Ledge filmindeki Gavin karakterine aşık olmam da sanırım bu sebeptendir. 
The Ledge'i önümüzdeki günlerde yazacağım. 
Şimdi Machine Gun Preacher'dan bahsedelim biraz. 


Film, gerçek bir hayat hikayesine yaslanıyor. Sam Childers, motorsikletli çete üyesi, aynı zamanda uyuşturucu satıcısı ve silahları seven taşralı bir Amerikalıdır. Hapse girip çıkmakta, evleri basıp silahla tehdit ettiği adamlardan uyuşturucu gaspetmektedir. İşlerin cinayet işlemeye ramak kalacak kadar çığrından çıktığı bir gün "bu işleri bırakmaya" karar verir ve karısının da çabasıyla neredeyse bir günde dine dönerek "temizlenir". O günlerde tesadüfen bir inşaatta çalışmak üzere Sudan'a gidince, kendisine yeni bir meşgale aradığından olacak; Sudan'daki çocuklar için Sudan'da bir yetimhane kurmaya karar verir. Böylece cocuklar terörist olmaktan kurtulacaktır. İşte Machine Gun Preacher, Sam Childers'ın varını yoğunu harcayarak Sudan'da verdiği mücadeleyi anlatır.  


Bu filmden burada bahsetmemin sebebi, ilginç bir şekilde bu filmi izlediğim gün, George Clooney'in Sudan hükümetinin güneydeki sivillere yaptığı zulmü protesto ettiği için gözaltına alınması ve konunun gazetelerde yer bulması oldu. Sudan, doğal kaynakları oldukça zengin olduğu söylenen, altın, uranyum ve petrol yataklarına sahip, ancak yıllardır yaşanan iç savaşın darmadağın ettiği bir ülke. Hal böyleyken Sam Childers isimli bir Amerikalının eline silahı alıp oradaki çocuklar için savaşması hiç de samimi görünmüyor. Hadi peşin hükümlü olmayayım, adam samimi olsa bile, bende en ufak bir sempati ya da takdir yaratamıyor. Tabii bunda Amerika'nın tüm dünyada uyguladığı dış politikanın da etkisi var. Ne de olsa şimdiye kadar bir sürü "terörist devlet"in fakir halkına "insani yardım" yapan Amerika, oralara kendi elleriyle "demokrasi götürdü" ve bu arada ülkenin doğal kaynaklarını da işletmeye başladı; olur o kadar canım; hepimiz ezberledik artık bu numaraları.


Filmin sonunda gerçek Sam Childers'la yapılan bir röportaj var. Orada şöyle diyor Sam Childers: "Bir gün sevdiğiniz biri, kızkardeşiniz, erkek kardeşiniz, kızınız, oğlunuz kaçırılsa ve ben size onu geri getireceğimi söylesem, nasıl geri getirdiğimin bir önemi olur mu?" 
Bakın bu soru ilginç gerçekten. Bu soruya verdiğiniz cevap sizin adaletten ve vicdandan ne anladığınızın, nasıl bir dünya istediğinizin de cevabı aynı zamanda. Soru kolay gibi görünse de, son kararınızı vermeden biraz düşünün derim. 


Bence Gerard Butler'ı çekici buluyorsanız, The Ugly Truth'u veya P.S. I Love You'yu izleyin. En azından eğlenirsiniz.   


İyi seyirler. 

18 Mart 2012 Pazar

Aşırı Gürültülü Ve İnanılmaz Yakın-Extremely Loud&İncredibly Close


9 yaşındaki Oscar ile babası, haritalar, ipuçları ve kelime oyunlarıyla renklenen oyunlar oynamakta, New York'u ve dünyayı keşfetmeye yönelik bulmacalar çözmekte ve çok iyi anlaşmaktadırlar. 
Ne var ki 11 Eylül, hayatlarının ortasında bir bomba patlatır. 


Oscar, bir yıl sonra babasının dolabında, mavi bir vazo içinde bir anahtar bulur. Anahtarın hangi kilidi açtığını bulursa babasının "asla aramayı bırakmaması" yönündeki dileğini yerine getireceğini düşünerek tüm zamanını anahtarın açacağı kilidi bulmaya adar. Bu arayışta onlarca insanla tanışacak, onların hikayelerini dinlerken kendi hikayesi de netleşecek; kaybettiklerinin acısıyla başa çıkmayı öğrenirken aynı zamanda hayata devam etme gücü kazanacaktır. 


Film, Jonathan Safran Foer'in aynı adlı kitabından uyarlanmış. Ben kitabı okumadım ama okuyanların çok keyif aldığını biliyorum. Kitapta inanılmaz güzellikte kelime oyunları olduğundan bahsediliyor, herhalde bunların ancak bir kısmı filme yansıyabilmiştir. Ama film bu eksiklerle bile başından sonuna kadar kendini izletiyor ve merak duygunuzu araya serpiştirdiği sürpriz gelişmelerle her daim ayakta tutmayı başarıyor. Filmi bir yolculuk gibi düşünürsek, arada asfalttan çıkıp patikaya giriyor, bazen trekking yapıyor bazen dağa tırmanıyorsunuz ama manzara hep güzel, yolculuk hep keyifli. 


Bence Extremely Loud And İncredibly Close, bir 9/11 filmi değil. Amerika'nın yaşadığı bu trajedi, filmde aslında küçük bir yer kaplıyor. 
Bu film, kayıplarla başa çıkmak, kabullenmek, hayata  kayıplara rağmen devam edebilmek, vazgeçmemek ve affetmekle ilgili. Hatta sadece başkalarını affetmek değil, daha çok insanın kendini affedebilmesi ile ilgili.  Suçluluk duygusunun ne kadar acı verdiğini bilen biri olarak çok net söyleyebilirim: Asıl zor olan, kendini affetmektir. Gerisi hikaye! 


Yine de uyarayım: Bu filmin çok fazla duygu sömürüsü yaptığını, hikayenin adeta "daha fazla nasıl ağlatabiliriz" diye düşünülerek kurgulandığını düşünenler var. Film bu yönüyle çok eleştiriliyor, İmdb  puanı 6.6'da kalmış. 
Açıkçası filmi izlerken ben de gözyaşı döktüm, ama bu eleştirilere katıldığımı söyleyemem. Sonuçta hepimiz hayatta birilerini ya da bir şeyleri kaybettik, kaybediyoruz. Bu kayıpların sonrasında yaşamaya devam etmek bazen gerçekten güçlü olmayı gerektiriyor, insan çok fazla acı çekebiliyor. Dolayısıyla gözyaşları çok doğal. Bence izleyin ve kendiniz karar verin. 


Bu arada filmde terkettiğin yere geri dönmek, döndüğün yerde kabul edilmekle ilgili bir sahne var ki, çok beğendim; burada anlatmadan geçemeyeceğim:  Kadın elinde alışveriş torbalarıyla merdivenleri çıkar. Adam katta, merdiven başında;  valizleriyle onu beklemektedir. Yıllar sonra geri dönmüştür. Kadın hiç bir şey söylemez, adamın yüzüne bile bakmaz, duraklamaz; dairesine doğru yürümeye devam eder. Ancak elindeki poşeti yere bırakır ki adam taşısın, arkasından eve getirsin. O torbanın yere bırakıldığını gören adamın yüzündeki sevinç ifadesi ne kadar olağanüstüdür. Bir erkeği hayatına yeniden kabul ettiğini, bir kadın ancak bu kadar güzel anlatabilir. "Erkekler Marstan Kadınlar Venüsten" kitabını okuyanlar, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaklardır.  


Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, hem Oscarda en iyi film adayıydı, hem de 82 yaşındaki Max von Sydow'un en iyi yardımcı erkek oyuncu adaylığı vardı. Max von Sydow, Hal Brooktan sonra bu ödüle aday olan en yaşlı ikinci kişiymiş, o da sadece gün farkıyla. İnsan onun hikayesini de merak ediyor doğrusu. Bir filmdeki merak uyandıran yan hikaye sayısı, benim filmden aldığım keyifle doğru orantılı sanırım.    


Özetlersek: Film, baba oğul ilişkisiyle başlıyor, insanların travmaları nasıl atlattığı, atlatırlarken birbirlerine nasıl destek olduğu, ayakta kalmanın ve yola devam edebilmenin insana yaşattığı gurur, anılara sahip çıkmak ve buna benzer hayata dair pek çok insan hikayesiyle birlikte içinizi sızlatarak ilerliyor; sonunda bence umut vererek sürprizli bir finalle bitiyor. 


Filmin başında Oscar, "Dünya yüzünde şimdiye kadar yaşamış tüm insanların toplamından daha fazla insan yaşıyor şu anda"diyordu. Şu an yaşayan insan sayısının dünyaya gelip gitmiş tüm insanların sayısından daha fazla olduğunu bilmek şaşırtıcı. 
Bu da nüfusun feci bir şekilde arttığını mı gösteriyor acaba? Yoksa her şeyin yok olacağı ve yeniden sıfırdan başlayacağı günler, sandığımızdan daha mı yakın? Ne dersiniz?


İyi seyirler.

6 Mart 2012 Salı

HUGO - Amacını Kaybedersen, Bozulmuş Sayılırsın

Eski bir arkadaşım şöyle demişti:
"Her canlının bir amacı vardır. Mesela kuşların amacı, uçmaktır".
Ne kadar doğru!


O güne kadar hissiyat olarak hoşlanmadığım "kafesteki kuşlar" olgusu, o günden sonra aklımla da destekleyebildiğim bir reddedişe dönüştü. Kendini gerçekleştirebilmek için uçması gereken bir canlıyı kafese kapatan zihniyetten nefret ettim. Hayvanat bahçelerini eskisi kadar sevmez oldum. 


Ama bu konuda bardağı taşıran son damla, şimdi hatırlamadığım bir tanesinde, 10 metrekareden daha geniş olmayan bir alana kapatılmış bir kurtla gözgöze geldiğim an oldu.  Etrafta kimse yoktu. Aramızda en fazla üç metre vardı. O, parmaklıkların ardından gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Ben de ona baktım. Bu böyle birkaç dakika devam etti. Sonra ansızın içimi dayanılmaz bir sızı kapladı. O hayvanın uçsuz bucaksız bir ormanda koşmak yerine orada olması çok canımı yaktı. Sanırım gözlerini ilk kaçıran ben oldum, çünkü utanmıştım. O günden beri hayvanat bahçelerine gidemiyorum. Ne zaman o anı hatırlasam, o günkü gibi acı çekiyorum :(. 

Bunu size anlatmanın sebebi, Hugo'da da canlı cansız herşeyin ve herkesin bir amacı olduğundan bahsedilmesi. Hugo (Cabret), babasının ölümünden sonra istasyonu mesken tutmuş bir oğlan çocuğu.  Nesneleri tamir ediyor, çünkü bozuk makineler onu üzüyor. Onların üzerine düşen görevi yapamamalarına katlanamıyor. Ve insanlar için de aynı şeyin geçerli olabileceğini düşünüyor: "Amacını kaybedersen, bozuk bir makineden farkın kalmaz".


Film, bu argümanla beni  kalbimden yakalıyor, herkes hayattaki amacını bulmalı diye düşünüyorum. Ama tabii biz insanlar için bu o kadar kolay değil. Bir konserve açacağı olsaydık, amacımız konserveleri açmak olurdu. Oysa biz canlıyız, insanız; ve kendimizi nasıl gerçekleştireceğimizi bulmamız gerekiyor.


Hugo öyle herkesi çarpacak bir film değil. Tuhaf bir kopukluğu var filmin, hatta ilk yarıda film sanki ilerlemiyor gibi hissediyorsunuz. Ama ben derim ki, sadece film izlemekle değil, sinema sanatıyla da ilgileniyorsanız, Hugo'yu mutlaka görün. Her şeyden önce büyüleyici güzellikte üç boyutlu sahneleri için. Özellikle filmin ilk beş dakikasında, kameranın hareketleriyle, adeta diğer insanlarla birlikte 1930'lu yılların Paris'indeki o tren istasyonunda günün başlamasına tanık olmak harika bir duygu. Tabii filmi sinemada izlemek gerektiğini bir kez daha vurgulayayım. İkinci olarak, film sinemanın ustalarına, özellikle de bugünkü sinemanın temellerini atan, sinemada pek çok ilki gerçekleştiren George Melies'e bir saygı duruşu niteliğinde.  Aslında bir sihirbaz olan George Melies, 34 yaşında Lumier kardeşlerin bulduğu sinematograf makinesinin bir benzerini yaparak, onlarca film çekmiş. Sinemada özel efekti kullanan ilk yönetmen olarak biliniyor. Hugo, onun filmlerini de bize tanıtıyor ve bir tek insanın hayatta ne kadar çok şeyi değiştirebileceğini hatırlatıyor. 


Filmin konusuna gelince: Hugo Cabret, barındığı tren istasyonundaki dükkanlardan karnını doyuracak kadar yiyecek aşırmakta, boş zamanlarında babasıyla birlikte başladıkları bir işi tamamlamaya çalışmaktadır: Otomaton tamiri. Otomaton dedikleri, robota benzer, ancak saat mekanizması gibi komplike çarklarla çalışan insan görünümlü bir makinedir. O zamanın robotu da diyebiliriz. Hugo, otomatonu tamir edip çalıştırabilirse babasından mesaj alacağını düşünerek istasyondaki oyuncakçıdan tamire yarayacak ufak tefek parçalar çalar. Bu arada, başıboş dolaşan kimsesiz çocukları yakalayıp yetimhaneye teslim etmeyi iş edinmiş olan istasyon şefinden kaçmaktadır. Hayat bu minvalde akarken oyuncakçı dükkanı sahibi Hugo'yu kendisinden bir şeyler çalarken yakalar ve otomatonu tamir etmekte yararlandığı çizimlerin bulunduğu deftere el koyar. İşte bu andan sonra biz, oyuncakçının kim olduğunun ve o deftere niçin el koyduğunun cevabını izlemeye başlarız. 


Hugo, hayattaki amaçlarımızı düşündürürken, bize tutkularımızın peşinden gitmeyi öğütlüyor. Belki de en çok sevdiğimiz ve vazgeçemeyeceğimiz işi yapmak bizim hayattaki amacımızdır. Hadi gelin öyle bir iş yapalım ki, o işi iyi yapmakla kalmayalım; yaptığımız şeyle dünyayı değiştirelim. 


Yeter mi peki? Hayır. Birilerinin de hikayemizi anlatması gerek. 
O hikayeler anlatılmadan, dünya tam olarak değişmiyor. İşte Hugo'nun arkadaşı Isabelle sayesinde, hem Hugo'nun hem de George Melies'in hikayesi bize ulaşıyor. 
Finaldeki sahneye dikkat. Isabelle elindeki deftere yazmaya başlayarak, bence kendisi de hayattaki amacını buluyor. 
Sinema yapanlar, yazarlar... Hikaye anlatıcılarının hepsi. Sizlere ne kadar teşekkür etsek azdır. 


Film, Brian Selznick'in çocuk kitabından uyarlama. The İnvention of Hugo Cabret, İngilizce ve Türkçe olarak kitapçılarda. Okumak isterseniz...


İyi seyirler.