1 Şubat 2012 Çarşamba

The Descendants (Senden Bana Kalan)-Vedalar ve Yeni Başlangıçlar...


THE DESCENDANTS


Bugün gazetede okudum. Avustralya’da yıllarca evde ölümü bekleyen hastalara bakan bir hemşire, yazdığı kitapta hayatının sonuna gelenlerin en büyük “keşke”lerini sıralamış:

1-Başkalarını takmayıp düşlerimi gerçekleştirseydim. 2- Bu kadar çok çalışmasaydım.
3- Duygularımı bastırmasaydım. 4-Arkadaşlarımı ihmal etmeseydim.5-Değişimlerden korkmasaydım.

The Descendants filmi, bu keşkelerden “Bu kadar çok çalışmasaydım”a aday George Clooney’nin (Matt) pişmanlıklarıyla açılıyor. Yıllardır karısı (Elizabeth) ve kızları (Alex ile Scotty) ile doğru dürüst bir ilişki kuramamış bir avukatın, cennet  Hawaii’deki yaşamı karısının bir tekne kazasında komaya girmesiyle altüst olur. Bu kaza, hem evliliğini, hem kızlarıyla ilişkisini, hem de hayatını sorgulayıp kararlarını gözden geçirmesine neden olacaktır.

Filmin çok yumuşak, işlediği ağır konulara dayanmamızı sağlayacak esprili bir anlatımı var. Ölüm, pişmanlıklar, aldatmalar, keşkeler, büyük kararlar, büyük sorumluluklarla dolu insan hayatının, aynı zamanda sevgi ve dayanışmayla nasıl tüm bunlara rağmen güzelleştirilebileceğini görüyoruz. Hayat tam da böyle bir şey işte. Kolay değil, rahat değil, çok fazla acı var. Ama insan denen canlının dayanma gücüne şapka çıkarmamak elde değil.

Filmin en güzel yanlarından biri de, karakterleri son derece objektif olarak işlemiş olması. Komadaki Elizabeth’in babasının ve Alex’in arkadaşı Sid’in ne kadar sinir bozucu karakterler olduğunu düşünürken, bir sonraki sahnede fikrinizi değiştiriveriyorsunuz. Film, kahramanlar;  ideal kişilikler yaratmamış. İnsanı tüm zaaflarıyla göstermeye çalışmış. Öyle ki 17 yaşındaki Alex’in  arkadaşı Sid’i “tam bir gerizekalı” olarak damgaladığınız anda, uluorta sergilemediği, ancak kendisine bir şans verdiğinizde görebildiğiniz olgun ve bilge yanına tanık olup şaşırıyorsunuz. Üstelik film inandırıcı bir biçimde yapıyor bunu. Matt’e, “Biz sorunlarla başka şeylerden bahsederek ve iyi vakit geçirmeye çalışarak baş ederiz” demesi, aslında hepimizin dikkate alması gereken bir yöntem diye düşünüyorum. Bazen en iyi yol doğrudan sorunu konuşmak değil, yardım etmeye çalıştığımız insanın kendisini iyi hissetmesini sağlamaktır.

Birey olabilmiş ve temel ihtiyaçlarını gidermiş olan insanoğlunun en büyük dertlerinden birisi, “hayatında nelere öncelik vereceği”sanırım. Çünkü nereye emek harcarsak, hayat o yönde gelişiyor. Akılla yüreğin sesini harmanlamak en zoru, ama bunu yapmayınca keşkeler birbirini kovalıyor.

Film, aldatmak ve aldatılmak üzerine de –üstü kapalı da olsa – çok şey söylüyor.
Kendi adıma  karakterlerin keskin olmayan, aşırı uçlara gitmeyen ama yine de bir tavır sergileyen duruşlarını çok beğendim.

Tabii şu duygumu da yazmalıyım. Matt’in bir baba olarak içine düştüğü durum, çocukların babalarıyla konuşma şekli, yalnız yaşamak isteyebileceği duyguları hiç tanımadığı insanların yanında aldığı haberler nedeniyle onların önünde göğüslemek zorunda kalması falan biraz içinizi acıtıyor. Ama bu paylaşımlar Matt’in üzerinden büyük bir yükü alıyor aynı zamanda. Şu yabancılar, gerçekten de çocuklarına birey muamelesi yapıyor. Tüm artı ve eksileriyle, batı kültüründe böyle bir fark olduğunu kabul etmek lazım.

Son olarak, filmin veda etmeye verdiği önemi de takdir ediyorum. Yakınlarım bilir, hayatımda bir yer etmiş insanlarla vedalaşabilmek, helalleşebilmek, onlarla yarım kalan ne hesabım varsa kapatabilmek benim için çok önemlidir. Sırf bu nedenle, vedalaşmaya zaman kalsın diye ölüm döşeğinde bir süre geçirmek isterim. Sırf bu nedenle veda etmeden gitmeyi saygısızlık sayarım. Hayatıma dokunmuş insanlardan da bunu beklerim. 

İşte bu filmde de, gidenin vedası değil ama gidene veda etmenin önemi vurgulanıyor. Matt, Elizabeth’in arkadaşlarını bir araya toplayıp, onlara Elizabeth’le vedalaşma şansı tanıyor örneğin. Tam bu noktada, filmde duyduğum o çok harika veda sözcüklerini yazmadan geçemeyeceğim: “Aşkım, Arkadaşım, Kaderim, Neşem. Hoşçakal.”
Böyle sözcüklerle veda edilmek, insanı hayatındaki bütün keşkelerinden arındırabilir.

Film En İyi Yönetmen (Alexander Payne), En İyi Film, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu (George Clooney) dallarında Oscara aday. Hikaye, Kaui Hemmings’in The Descendants adlı romanından uyarlanmış. Ne kadar iyi uyarlandığını görmek için kitabı okumak gerekir tabii. Ama filmde bir bütünlük olduğu kesin.

Ve son söz: Hayatın yüzyıllardır karşımıza çıkardığı aşk, aldatmak, emek harcamak, sahip olmak, evlilik,  ebeveyn olmak, iletişim kurmak gibi konularda arkadaşlarınızla sıkı bir sohbete vesile olabilir bu film. İzleyin derim.

Bu arada, The Descendants “Altsoy, Döl” demekmiş. Oysa bana daha çok “Üstsoy”, yani “Kökler” den bahsediyor gibi gelmişti.

İyi seyirler.

Bayan Hiçkimse

2 yorum:

  1. sevgili bagyan!
    kagit mahalle bakkali, web supermarket gibidir. ama ikisine de yer var hayatta; kategorik olmaya gerek yok. sanal alemimize hos geldin! filmi dun sinemada izledim, dusundum, uzuldum, guldum, sevdim. clooney Oscar'lik rol cikarmamis bence ama iyiydi. en guzeli fondaki hawaii idi, oysa sen tek kelimeyle deginmemissin! ask olsun! ben bavulu topladim, y-r ikilisinden tuyolar kapip yola dusmek icin firsat kolluyorum. olum doseginde pisman olmamak icin:) operem zeytin gozlerinden.

    sirnasik okur.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Sırnaşık Okur,
      Haklısın, Hawaii'den de bahsetmek gerekirdi. Çünkü bu filmi seçmemin sebebi, dışarıda lapa lapa yağan karı izlemekten yorulup biraz güneş görmek istememdi! Bir Ege kızı güneşten fazla uzak kalamıyor. Hawaii'yi ben de listeye aldım, ama sırada Küba var :).

      Sil