26 Şubat 2012 Pazar

Oscar Tahminleri





Oscar ödül töreni bu gece. 


Bir süredir ne film izleyebildim ne de yazabildim. Çünkü evimdeki televizyonun kumandası şimdilik babamda. Kumanda babamdayken sinemayla değil, sporla haşır neşiriz. Lakin böyle gelmiş böyle gitmez, orası kesin.   



Hala izleyemediğim filmleri bir kenara bırakırsak, izlediklerim üzerinden biraz Oscar sohbeti yapalım: 

Oscar tarihinde bugüne kadar sadece 3 film "En İyi Film", "En İyi Yönetmen", "En İyi Aktör", "En İyi Aktris" ve "En İyi Senaryo" dallarının hepsini birden kazanmış. Bu filmler "Bir Gecede Oldu", "Guguk Kuşu" ve "Kuzuların Sessizliği". Üçünü de izledim. Listede Frank Capra'nın  1934 yapımı "Bir Gecede Oldu" (It Happened One Night) filmi yerine, "It's A Wonderful Life"'ı olsaydı, en ufak bir itirazım olmazdı. James Stewart'a hayran olduğum ve hikayesine bayıldığım fantastik drama türündeki bu film (Şahane Hayat adıyla Türkçeye çevrildi), ne yazık ki güçlü rakibi nedeniyle 1946 yılında hiçbir Oscar kazanamamış. William Wyler'ın The Best Years Of Our Lives (Hayatımızın En Güzel Yılları) neredeyse bütün ödülleri toplamış. Ne yapın edin, Şahane Hayat'ı izleyin. İlk fırsatta bu filmi burada yazacağım, ki Frank Capra'nın da en sevdiği filmiymiş Şahane Hayat. 

Sadece üç film 11 dalda Oscar ödülünü almayı başarmış: "Ben Hur", "Titanic" ve "Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü" . Benim itirazım yok. Sanırım Ben Hur'u bir yerlerden bulup yeniden izlemek lazım.

Bu yıla gelirsek:

En İyi Film Adayları: "The Artist", "Descendants", "Extremely Loud & Incredibly Close", "The Help", "Midnight in Paris", "Moneyball", "The Tree of Life" , "Hugo" ve "War Horse" . 

Hugo'yu izlemediğim ve illa ki sinemada izlemek istediğim için kesin bir şey söylemek zor, ama "The Artist" diğerlerine göre bir adım önde gibi. "Midnight in Paris" (Paris'te Geceyarısı) bence çok güzel bir film, hele ki edebiyat sevenlerin tekrar tekrar izlemek isteyeceği, üzerinde çok konuşulacak, izlemesi de gayet keyifli bir Woody Allen filmi. Ama "en iyi film" parlaklığında bulunmayacaktır diye düşünüyorum. "The Help"de (Yardımcı) de bu parlaklık var, yine de ikisi arasında seçim yapmam gerekirse The Artist derim. Descendants'a pek şans vermiyorum.

En İyi Yönetmen Adayları: Michel Hazanavicius (The Artist), Alexander Payne (The Descendants), Martin Scorsese (Hugo), Woody Allen (Midnight in Paris) ve Terrence Malick (The Tree of Life). 

Ah, keşke Hugo'yu izlemiş olsaydım. Hiçbiri değil ama Hugo beni ikircikli bırakıyor, tahmin yapmıyorum, yazı tura atıyorum resmen: Michel Hazanavicius . Ama Martin Scorsese harikalar yaratmış olabilir.

En İyi Erkek Oyuncu Adayları: Demian Bichir (A Better Life), George Clooney (The Descendants), Jean Dujardin (The Artist), Gary Oldman (Tinker Tailor Soldier Spy) ve Brad Pitt (Moneyball).

George Clooney kesinlikle değil. Tamam iyi oynamış ama mucizeler yaratmamış. The Descendants dışında sadece The Artist'i izlemiş olduğum için müsaadenizle burada tahmin yapmayayım. Ayıp denen bir şey var sonuçta.
En İyi Kadın Oyuncu Adayları: Glenn Close (Albert Nobbs), Viola Davis (The Help), Rooney Mara (The Girl with the Dragon Tattoo), Meryl Streep (The Iron Lady) ve Michelle Williams (My Week with Marilyn).

Viola Davis  hakikaten iyi oynamış. Ben Glenn Close'u da beğendim, her ne kadar adı pek geçmese de. Meryl Streep'i izlememiş olmak bir eksi tabii, herhalde Demir Leydi'yi hakkıyla canlandırmıştır. Okuyucu jokeri hakkımı kullanabilir miyim?  

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Adayları: Octavia Spencer (The Help), Berenice Bejo (The Artist), Jessica Chastain (The Help), Janet McTeer (Albert Nobbs) ve Melissa McCarthy (Bridesmaids).

Octavia Spencer önde görünse de, Berenice Bejo ya da Janet Mc Teer 'de aklım kalıyor. Valla zormuş bu tahmin işi...

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayları: Kenneth Branagh (My Week with Marilyn), Jonah Hill (Moneyball), Nick Nolte (Warrior) Christopher Plummer (Beginners) ve Max von Sydow (Extremely Loud & Incredibly Close).

Sadece Beginners'ı izledim; filmi de, Christopher Plummer'ı da çok beğendim. Başka şansım da yok ama, onu tek geçiyorum. Oscar'ı alırsa helali hoş olsun. 

Diğer adayları oylamaya vakit yok. 
Sadece şunu söyleyeyim: İran filmi "Bir Ayrılık" (A Seperation) ve Woody Allen'ın  "Midnight İn Paris"i mutlaka ödül alsın. Ben de ilk fırsatta gidip HugoYu izleyeyim. Tabii sinemada...

İyi seyirler.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Albert Nobbs-Kimliğimiz Hayatımızdır


İngiliz sömürgesi olan 19. yy İrlandasında, gösterişli bir otelde uşak olarak çalışmakta olan Albert Nobbs'ın yıllardır herkesten gizlediği sırları vardır. Boyacı olarak otele gelen ve Albert Nobbs'un odasında bir gece kalan Bay Hubert Page, bu sırlardan bazılarını keşfederek adeta kurulu düzeni altüst edecek; gelişmeler üzerine Albert Nobbs, hayatını çok daha farklı yaşayabileceğinin farkına varacaktır.


Bu filmin vizyon tarihi hala açıklanmamış, şimdilik ülkemizde vizyona girmeyecek gibi görünüyor. En İyi Kadın Oyuncu Oscarı falan alırsa bir şansı olabilir. Zira Glenn Close'un En İyi Kadın Oyuncu dalında ve Janet Mc Teer'in En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar adaylıkları bulunuyor.


Albert Nobbs'u Zenne filmi ile aynı gün, Virginia Woolf'un "Mrs Dalloway"'ini okuduğum günlerde izlememin bende tuhaf etkileri oldu. Film izleme keyfinizi kaçırmadan nasıl bir etki yaptığından bahsetmem mümkün olmadığından, bu kısmı es geçeceğim. Sadece peşin peşin söyleyeyim, ben "Albert Nobbs"'u beğendim.


Glenn Close, bir kez daha dikkat çekici bir karakterle karşımızda. Onun canlandırdığı tipler, her köşe başında rastlayabileceğiniz tipler olmuyor genellikle (Tehlikeli İlişkiler ve Michael Douglas'a dünyayı dar ettiği Öldüren Cazibe'yi hatırlayın). Nitekim bu filmde de, duygularını hiç hissettirmeyen, adeta robot gibi bir kişilik çizmiş. Gülümsediğini, ancak hayal kurduğunda ya da onlardan bahsederken görebiliyoruz; sadece o zaman gözlerinde bir ışıltı oluyor. Bir insanın hayatını tek bir hedefe kilitlemesinde, tüm yumurtaları tek bir hayal sepetinde toplamasında, kim ne derse desin acıklı bir taraf var.


Hemen uyarayım: Eğer tercihiniz yüksek tempolu filmlerden yanaysa, Albert Nobbs'u izlemek istemeyebilirsiniz. Evet filmin temposu biraz düşük, ama durağan bir film olduğunu da söyleyemem. Tam tersine, sakin sakin; bir sürü gelişmenin yaşandığı bir film bu. Hani bazı filmler vardır, saniyede bilmem kaç görüntü geçer ama anlatmaya kalksanız, o arada bol bol hoplama zıplama pek de bir şey olmamıştır. Oysa "Albert Nobbs", yavaş yavaş derinden ilerliyor ve film bittiğinde her karakter için söyleyecek birkaç sözünüz oluyor.


"Albert Nobbs", dünyevi hazlar, yaşamdaki hedefler, ertelemek, hayaller; yoksulluk, ve kadın olmakla ilgili bir film. Ama en çok seçtiğimiz kimliklerle, bu kimliğin kendimize çizdiğimiz yolu ve hayatımızı nasıl belirlediğiyle ilgili bir film. Sözgelimi, dış görünüşümüz kimliğimizi büyük ölçüde etkiliyor diyebiliriz belki. Topuklu giydiğimizde daha seksi hissetmemiz mesela, pekala bu yüzden olabilir. Hatta üzerimize bir üniforma geçirip onunla yeterince yaşadığımızda, kendimizi üniformanın doğal koruması altında varsayabiliriz. Varsayanlar olmuştur.  
İşte Albert Nobbs, bize bunları düşündürüyor.


İtiraf etmeliyim ki, uşak Albert Nobbs'un görünüşü biraz rahatsız edici. Ancak boyacı Hubert Page son derece doğal ve hatta çekici. O dönemin İrlanda'sında yaşanan işsizlik ve yoksulluk, insanlık tarihinde hep varolan gelir dağılımındaki eşitsizlik ve hayatın adil olmayan tarafı, diğer karakterlerin başarılı oyunuyla ince ince işlenmiş. Filmi izlerken bu karakterler için üzüldüğünüzü, onlarla empati kurmaya başladığınızı görüyorsunuz.

Birkaç sahne var ki, bahsetmesem olmaz. Aklıma takıldı kaldı. Doktorun Albert Nobbs'u muayene ettiği andaki şaşkınlığı, sonraki gün  Albert Nobbs'un özel eşyalarının yatağının üzerine dizilmesi ve o noktada doktorun, " Bazıları acınacak hayatlar yaşıyorlar"demesi...
Hayatımızı neye harcadığımızla ilgili bir film bu biraz da. Bu nedenle Albert Nobbs'un hayallerini gerçekleştirmek uğruna  "şimdi"yi feda etmesi,
olan biten sonrasında "Değer miydi" dedirtiyor insana. Ah, gamsız hayat! Herkesi başka yorar, görmez göz yaşını.


Son söz:  Cinsel kimliğimizin, kadın-erkek rollerimizin ayırdına varmak, yaptığımız işin hayatımızdaki etkisini hissetmek, bakış açımızdaki ufak bir değişiklikle bile hayatımızın ne çok değişebileceğini görmek; kendimizi yine kendi belirlediğimiz kimliklere nasıl hapsettiğimizi farketmek için; Albert Nobbs'u izleyin derim.


İyi seyirler.

7 Şubat 2012 Salı

2012 Oscar Adayları Listesi



26 Şubat gecesi sahiplerini bulacak Oscar ödülleri öncesinde, listeyi derli toplu görmekte yarar var diye düşündüm. Önce "Oscar'ın habercisi" olarak nitelenen Altın Küre kazananların listesi: 


2012 Altın Küre Film ödüllerini kazananlar:

-En iyi film:
 The Descendants
-En iyi erkek oyuncu: George Clooney
-En iyi kadın oyuncu: Meryl Streep  The Iron Lady
-En iyi film (Müzikal veya Komedi): The Artist
-Eniyi erkek oyuncu (Müzikal veya Komedi): Jean Dujardin (The Artist)
-En iyi kadın oyuncu: Michelle Williams (Müzikal veya Komedi): (My Week With Marilyn)
-En iyi yönetmen: Martin Scorsese (Hugo)
-En iyi yardımcı erkek oyuncu: Christopher Plummer (Beginners)
-En iyi yardımcı kadın oyuncu: Octavia Spencer (The Help)
-En iyi senaryo: Woody Allen (Midnight in Paris)
-En iyi yabancı dilde film: (A Separation) (İran)
-En iyi animasyon: The Adventures of Tintin (Steven Spielberg)
En İyi Orijinal Müzik: Ludovic Bource, The Artist
Ve, kategorilere göre Oscar Adayları listesi. Çok yakında En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu adaylığı dahil üç dalda (En İyi Makyaj) Oscar adaylığı bulunan Albert Nobbs filmini yazacağım. 26 Şubat yaklaştıkça burada Oscar tahminleri yaparız beraber.  
2012 OSCAR ADAYLARI
En İyi Film:
War Horse
Artist
Moneyball
The Tree of Life
Midnight in Paris
The Help
Hugo
The Descendants
Extremely Loud and Incredibly Close
 En İyi Erkek Oyuncu
Demian Bichir "A Better Life"
George Clooney "The Descendants"
Jean Dujardin "The Artist"
Gary Oldman "Tinker Tailor Soldier Spy"
Brad Pitt "Moneyball"
En İyi Kadın Oyuncu
Glenn Close "Albert Nobbs"
Viola Davis "The Help"
Rooney Mara "The Girl with the Dragon Tattoo"
Meryl Streep "The Iron Lady"
Michelle Williams "My Week with Marilyn
En İyi Yönetmen
Martin Scorsese - ''Hugo''
Wood Allen - ''Midnight in Paris''
Michel Hazanavicius – ''The Artist''
Terrence Mallick - ''The Tree of Life''
Alexander Payne  ''The Descendants''
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Kenneth Branagh ''My Week With Marilyn''
Jonah Hill ''Moneyball'
Nick Nolte ''Warrior''
Christopher Plummer ''Beginners''
Max von Sydow ''Extremely Loud and Incredibly Close''
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Berenice Bejo ''The Artist'
Jessiaca Chastain ''The Help''
Melissa McCarthy ''Bridesmaids''
Janet McTeer ''Albert Nobbs''
Octavia Spencer ''The Help''
En İyi Görüntü Yönetimi
Guillaume Schiffman ''The Artist'
Jeff Cronenweth ''The Girl the Dragon Tattoo''
Robert Richardson ''Hugo''
Emmanuel Lubezki ''The Tree of Life''
Janusz Kaminski ''War Horse'
 En İyi Animasyon
A Cat in Paris
Chico & Rita
Kung Fu Panda 2
Puss in Boots
Rango
En İyi Orijinal Senaryo
Michel Hazanavicius – ''The Artist''
Annie Mumolo & Kristen Wiig ''Bridesmaids''
J.C. Chandor ''Margin Call''
Woody Allen ''Midnight in Paris''
Asgar Farhadi ''A Seperation''

En İyi Uyarlama Senaryo
Alexander Payne ve Nat Faxon & Jim Rash "The Descendants"
John Logan ''Hugo''
George Clooney & Grant Heslov ve Beau Willimon ''The Ides of March''
Steven Zaillian ve Aaron Sorkin ''Moneyball
Bridget O'Connor & Peter Straughan ''Tinker Tailor Soldier Spy''

En İyi Yabancı Film
A Separation (Iran)
In Darkness (Poland)
Monsieur Lazhar (Canada)
Footnote (Israel)
Pina (Germany)
En İyi Görüntü Yönetimi
Guillaume Schiffman ''The Artist'
Jeff Cronenweth ''The Girl the Dragon Tattoo''
Robert Richardson ''Hugo''
Emmanuel Lubezki ''The Tree of Life''
Janusz Kaminski ''War Horse'

5 Şubat 2012 Pazar

Zenne- Yaşamın Renkleri


ZENNE


Urfa'lı bir ailenin oğlu olan üniversite son sınıf öğrencisi Ahmet (Erkan Avcı), bir dizi olay sonrasında bir gece klübünde danseden Can (Kerem Can) ile tanışır. Can'ın fotoğraflarını çekmek isteyen Alman fotoğrafçı Daniel'in de (Giovanni Arvaneh) aralarına katılmasıyla üçü arkadaş olurlar. Ancak zamanla Ahmet ile Daniel arasında bir aşk başlayacak, bu ilişki üçünün de hayatını  hiç hesaplamadıkları şekilde değiştirecektir.  


Yıllar önce "Yaşamın Renkleri" diye bir film izlemiştim. Film, bir kasabadaki tekdüze ve sıkıcı hayatın; insanlar arasındaki ilişkilere aşkın, tutkunun, edebiyatın, sanatın egemen olmasıyla değişip güzelleşmesini anlatıyordu. Filmin çarpıcılığı, siyah beyaz başlayıp gelişmelerle birlikte yavaş yavaş renklenmesinden geliyordu. Gelişmeler ilk etapta alışageldik düzeni korumak isteyenleri korkutsa da,  bir kez renklerle tanışan insanoğlu eski siyah beyaz sıkıcı hayatına dönemiyor ve sonuçta "Yaşamın Renkleri" hayatı dönüştürüp güzelleştiriyordu.   


"Zenne" de, "Yaşamın Renkleri" gibi renkleri bir sembol olarak kullanıyor. Ahmet'in gay olduğunu kabullenemeyen ailesi renklerden ne kadar uzaksa, zenne Can'ın cinsel kimliğini kabullenmekle kalmayıp onu sonuna kadar annesi (Tilbe Saran), renklerle o kadar haşır neşir:  Renkli kağıtlara mektuplar yazıyor, renkli resim çerçevelerine fotoğraf koyuyor, rengarenk örtüler, yorganlar dikiyor. Cinsel kimliğini ailesinin de desteğiyle özgürce yaşayan Can ise, hem sahnede hem de özel hayatında rengarenk giyiniyor. Hayalleri bile rengarenk: Kelebekler, çiçekler... 
Film, adeta açıkça, "hayatınızda renklere -farklılıklara, çeşitliliğe- yer açın" diyor. 
Ama nereye kadar? 
Ahmet'e "Artık bu beyaz tişörtleri görmek istemiyorum üzerinde" diyerek kimliğini sakınmadan yaşaması mesajı veren Can, Ahmet'in ölümünden sonra kırmızı, sarı tişörtlerini kendisi terkederek  beyaz giymeye başlıyor. Çünkü hayatta kalmak, kimi kez dürüstlükten daha önemli. Çünkü dürüst olduklarımız, bu dürüstlüğü takdir edecek ve gerçekle yüzleşebilecek kapasitede değilse, hayatı tehlikeye atmaya değmiyor. 


Ahmet, kendisinin "farklı" olduğunu daha çok küçükken hissediyor. Ailesinin, özellikle annesinin bunu asla kabullenemeyeceğini de... 
Ahmet'in annesinden (Şükran Çalışkur) adeta tiksiniyoruz. Can'ın annesi ne kadar hoşgörülü, açık fikirli ve sevgi dolu ise, Ahmet'in annesi de o kadar sevgisiz, katı ve nefret dolu. Filmin seyirciye uç noktaları göstererek bir orta yol önermesinin, bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum. Belli ki filmin yönetmenleri Caner Alper ve Mehmet Binay, renklerimizi/kimliğimizi/yaralarımızı insanlara göstermeden önce oturup biraz düşünmemiz gerektiği kanısındalar. Filmin mesajı bu anlamda net. Doğrusu Ahmet Yıldız'ın başına gelenlerden sonra bu mesaja hak vermemek elde değil.    


Film, ilk yarıda kopuk kopuk ilerliyor. Ahmet'i kim takip ediyor, Ahmet'in babası niye o kadar ezik, zenne nerede kalıyor, Daniel Afganistan'da ne yaşamış; bir türlü anlayamıyorsunuz. Üstelik, film başlar başlamaz kendinizi  Can'ın dansettiği klüpte, yarı çıplak makyajlı erkekler arasında buluyorsunuz. Küfürler, açık saçık konuşmalar havada uçuşuyor. Dolayısıyla benim gibi steril hayat sahiplerinin karakterlerin gündelik hallerine tanık olup da empati kurması zaman alıyor.  


Sonra ikinci yarı başlıyor ve taşlar birer birer yerine oturuyor, sorular cevaplanıyor, film akıp gidiyor. 


Ahmet'i canlandıran Erkan Avcı, hem fizik olarak gerçek Ahmet'e benziyor, hem de zenne Can'ın annesi gibi onu, "Ay boncuk gibi bir şey bu" diye sevesiniz geliyor. O kadar melek gibi görünüyor. Antalya Film Festivalinde en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü almış. Zenne'nin Altın Portakaldan en iyi ilk film ödülü dahil  toplam beş ödülü var. Bana göre herkes rolünün hakkını vermiş. Müzikler ve zenne rolündeki Kerem Can'ın dansları da harika. 


Film, heteroseksüel dünyanın eşcinseller üzerinde yarattığı baskıyı gayet güzel hissettiriyor.  Askere gitmemek için eşcinsel olduğunu kanıtlamaya çalışanların hali, sadece  eşcinsel oldukları için aşağılanan insanlar; canınızı yakıyor. 
Ne var ki, heteroseksüel dünyada "homofobi" üzerinize bulaşıyor işte. İki erkeğin öpüşmesi, sevişmesi; alışık olmadığımız bir görüntü ve ne kadar açık fikirli olursanız olun, görmek için can attığınız bir sahne değil bu.  İşte filmin asıl başarısı da burada: Film, "iki insan arasında sevgi varsa gerisi teferruattır"'ı çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Fotoğrafçı Daniel''in Almanya'dan kalkıp gelen kız arkadaşının Daniel'i öptüğü bir sahne var ki, birbirini sevmediği apaçık belli bu iki insanın öpüşmesindense, birbirini çok seven Daniel ile Ahmet'in öpüşmesini yüz kere tercih ediyorsunuz. "Zenne", sadece bunun ne kadar önemli olduğunu hissettirebilse bile, bence amacına ulaşmış sayılır.  


Bu da gerçek hayat: 
Ahmet Yıldız, 15 Temmuz 2008’de, İstanbul Üsküdar’daki evinin önünde kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce öldürülüyor. İstanbul Üsküdar'da Ağır Ceza Mahkemesinde görülen dava, üç yılı aşkın süredir devam ediyor. Katil hala yakalanamamış. Bir numaralı zanlı, Ahmet Yıldız'ın cinayetten beri firarda olan babası. 
Olaydan sonra Ahmet'in cesedi günlerce morgda kalmış, herhangi bir yakınlıkları olmadığı için sevgilisine ya da arkadaşlarına teslim edilmemiş. Ahmet bu nedenle,  -hiç de kimsesiz olmamasına rağmen-, kimsesizler mezarlığına gömülmüş. 


Ahmet Yıldız, hikayesi bize ulaşan "şanslı" insanlardan biri. Peki ya ulaşamayanlar? 
Dilerim Ahmet Yıldız'ın katili yakalanır ve cezasını çeker. Ama esas dileğim, başka cinayetler olmamasıdır. 


İyi seyirler. 

4 Şubat 2012 Cumartesi

The Artist-Sinema Ses Getiriyor


THE ARTIST

1920’li yıllar. Sessiz filmlerin starı George Valentin, aktris olmak isteyen genç Peppy Miller’a destek olur. Ancak büyük stüdyolar artık sesli film çekmeye başlamışlardır ve Peppy Miller hızla yükselirken, sesli filmleri küçümseyen George Valentin için düşüş kaçınılmaz olacaktır.

Artist, başlar başlamaz seyirciyi içine alıyor ve ilk on beş dakikada film endüstrisini pek çok yönüyle (gala gecesi heyecanı, oyuncuların egosu ve aralarındaki çekişme, filmin yapımcısının filmin beğenildiğini gördüğünde ellerini ovuşturması, seyircilerin filmi tutkuyla, kendilerini kaptırarak izlemeleri v.s. ) son derece başarılı bir şekilde gözler önüne sererek, daha baştan alkışı hak ediyor.

Ama artılar bununla bitmiyor. Filmin siyah beyaz ve sessiz çekilmesi o dönemin ruhunu anlamamızı çok kolaylaştırıyor. George Valentin’i oynayan Fransız aktör Jean Dujardin, sol kaş aşağı yönelirken sağ kaş yukarı bakacak kadar başarılı olan mimikleriyle harika bir George Valentin portresi çiziyor. Bu adam Gene Kelly’le Erroll Flynn’in karışımı sanki, hatta biraz Clark Gable havası bile var. Maçolukla kibarlığı harmanlamış, “ben sevdiğim kadına harika hissettirebilen kötü erkeğim” havasında. Ayrıca güzel gülümsüyor.  

Öte yandan, filmin yönetmeni Michel Hazanavicius’un gerçek hayattaki eşi, Peppy Miller’ı oynayan Berenice Bejo, adeta ışıldıyor. Onunkisi çocuksu ve davetkar bir güzellik. Rolüne cuk oturmuş. Filmde küçük rollerden başrole doğru hızla yükselişini izlerken, “bu kız yükselmeyecek de kim yükselecek” diyorsunuz. Göründüğü her sahnede, star ışığı denen şey gözlerimizi alıyor. Fakat yanılıp da kendisini başrol oyuncusu sanmayalım.Artist filmi ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscara aday.

Filmin rüya (kabus) sahnesi etkileyici. Sesli filmlerde gelecek görmeyip yapımcısına kafa tutan George Valentin, rüyasında stüdyoda odasındadır. Etrafındaki her şey ses çıkarmakta, köpeği havlamakta, telefon çalmaktadır;  ancak ne kadar çığlık atsa da George kendi sesini duyamaz. George’un gördüğü bu kabus, sesli filmlerle ilgili olarak yapımcısına “gelecek böyleyse ben almayayım” derken, aslında kendisinin de ne kadar tereddütlü olduğunu biz izleyenlere başarıyla hissettiriyor. Gerçekten de bu sahneden sonra, durumun ciddiyetini ve George’un içinde bulunduğu yol ayrımını çok daha iyi anlıyorsunuz.

Filmde bir de final sahnesi sesli çekilmiş, ki bu da çok yerinde bir tercih olmuş.  
Final sahnesinde, son birkaç dakikada kendinizi sessiz değil, sesli film izlerken buluyorsunuz. Böylece sadece bir buçuk saat sessiz film izledikten sonra bile sesli filme geçiş yaptığınızda, bünyenin nasıl yadırgadığını görüp şaşırıyorsunuz. O zaman empati başlıyor: Koskoca bir sektörün sessiz filmden sesli filme geçişi ne kadar zor olmuştur kimbilir! Final sahnesi, yarattığı bu empati ile takdirimi kazanıyor.
Aynı zamanda devrin gerçekten de değiştiğinin sembolik olarak altını çiziyor ve seyirci de, o anda, sinemanın artık sesli çekilmeye başladığını tamamen kabulleniyor.    

Bu filmden sonra sesli sinemanın doğuşu ile ilgili internette küçük bir araştırma yaptım. Öğrendim ki, 1927 yılına kadar tümüyle sessiz çekilen filmler, 1927 yılında sesli çekilmeye başlanmış. İlk sesli film Caz Şarkıcısı (The Jazz Singer) imiş. Sessiz filmler, bazı büyük salonlarda özel orkestraların yaptığı müzik eşliğinde gösterilir ve perdeye zaman zaman, filmin akışını kesintiye uğratan açıklayıcı yazılar/diyaloglar yansırmış.
Sesli film çekilmeye başlanması ile sinema yeni starlar yaratırken, sesi güzel olmayan, rollerini ezberleyemeyen ya da hala abartılı jest ve mimik hareketleri ile oynayan oyuncuların dönemi sona ermiş.  

The Artist, on dalda Oscar adayı. En İyi (Film, Yönetmen, Senaryo, Müzik, Erkek Oyuncu, Kurgu, Kostüm, Yardımcı Kadın Oyuncu, Görüntü Yönetmeni, Sanat Yönetmeni).

Yapımcıda John Goodman’ın oyunu bence çok iyi. Zaten oyunculuklara laf yok, hatta filmdeki köpeğin Oscarlık performansı bile konuşuldu bir ara. Bana göre de köpek harika oynamış. Filmdeki sahibinin gözünün içine bakıyor, bir an bile onu izlemekten vazgeçmiyor. Yoksa bu köpek gerçekten Jean Dujardin’in köpeği mi diye düşünüyor insan. İnandırıcı oyunculuk diye ben buna derim!

Filmin tüm artılarından sonra bir de eksisinden bahsedeyim. İyi anlatılmış; başarılı buluşlar, iyi oyunculuk, iyi bir teknikle desteklenmiş, ancak "zayıf" bir hikayeyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. 
Kariyeri yükselişe geçen vefalı, iyi kalpli genç yetenek ile yeniliklere ayak uydur-a-mayan eski star; son derece bildik bir hikaye değil mi sizce de?

İyi seyirler.

Bayan Hiçkimse

2 Şubat 2012 Perşembe

We Need To Talk About Kevin (Kevin Hakkında Konuşmalıyız)-Çocuğu Kollamak Tamam Da, Nereye Kadar?


WE NEED TO TALK ABOUT KEVIN - KEVIN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ

İşte tokat gibi bir film. 

Hayır, finalinde okkalı bir tokat yiyerek kalakaldığınız filmlerden değil. Başından sonuna kadar sağlı sollu tokatlarla sizi sersemletip, sonunda koltukta öylece oturup kalmanıza neden olanlardan biri…

Ebeveyn olmak, çocuk yetiştirmek; ama en çok annelikle ilgili bir film bu. Filmdeki anne (Eva), çocuğunun daha mutlu, daha iyi olması için uğraşıp duruyor, çocuğu ona çok acı verse de bu hedefinden şaşmıyor. Hangi anne böyle değildir ki zaten, değil mi? Ama buradaki çocuk pek normal bir çocuk değil.

Kevin’in sıra dışı bir çocuk olduğu daha bebekliğinde ortaya çıkıyor. Sürekli, neredeyse gün boyu ağlıyor. İzlerken televizyonun sesini kısmak isteyecek kadar rahatsız oluyorsunuz. Onu susturmak için ne yapacağını şaşıran annesinin, Kevin’i içine oturtup bebek arabasıyla kendini sokaklara vurduğu sahnelerden birinde, iş makinelerinin gürültüsünden nihayet Kevin’in ağlama sesinin duyulmadığı noktada, siz de biraz olsun rahatlıyorsunuz. Normalde iş makinesinin sesinden kaçar insan, değil mi? Ama hayır, o ses huzur veriyor işte bazen. “Zavallı kadın” diye düşünüyorsunuz. “Zavallı kadın”. Onun kaçacak yeri yok. Üstelik, kocası Franklin her şeyden habersiz. Eva’nın çocuk büyütmenin zorlukları nedeniyle mızmızlandığını düşünüyor. Abarttığını ima edip, Eva’yla birlikte bizi de delirtiyor.  

Oysa henüz bebekken bile seyirciyi rahatsız eden, sevimli olması gereken yaşlarda alabildiğine sevimsiz bir çocuk olan Kevin, nefret edilebilme kapasitesiyle biz izleyenlere bile biraz suçluluk hissettiriyor. Filmi o minik oğlana sıkı bir tokat çakma isteğiyle izliyorsunuz. Zaten zavallı annesi de film boyunca aynı duygular içinde. Nitekim en etkileyici sahnelerden biri, Eva’nın gerçekten çileden çıkıp Kevin’i savurduğu ve kolunun incinmesine neden olduğu sahne… Kevin daha sonra o anı, “annesinin kendisiyle en gerçek ilişkiyi kurduğu an” olarak tanımlıyor. Ne var ki, o anın gerçekliği bile anne Eva’nın aklını başına getirmiyor. Eva, bir türlü duruma el koyamıyor, kocasına bir şeylerin yanlış olduğunu anlatmaya çalışmakla yetiniyor.  Yaklaşan felaketi annelik içgüdüsüyle sezmesine rağmen (anneler sezer), esaslı bir önlem almıyor, alamıyor.

Film bittikten sonra, olan bitenden bu kadar bi haber olan babaya kızıyor, karısını hiç dinlemediğini düşünüyorsunuz önce. Ama sonra Kevin’i tanımış olan belki de tek insanın, annesinin; olacakları önlemek için gerçekten ne yaptığını düşünmeye başlıyorsunuz. Sokak ortasında başka bir annenin suratına patlattığı, –şoke edici-tokadı hak etmiş olabileceği aklınıza düşüyor.  

Kevin’in çizgiyi aştığı olaylardan birinde, anneyle babanın yemek masasında oğullarıyla konuşmaya çalıştığı bir sahne var ki, işte ilk kez orada siz de ümitsizliğe kapılıyorsunuz. Bu anne babadan bir çözüm çıkmaz diyorsunuz.
 
Filmin çok değişik, geriye dönüşlerle ilerleyen bir kurgusu var. Eva’nın içinde bulunduğu çaresizlik, izlerken ne olup bittiğini tam olarak bilmeyen (Eva’dan neden herkes nefret ediyor?Eva neden bu kadar başı eğik dolaşıyor? v.s.) seyircinin de kendisini tedirgin hissetmesine yol açıyor. Gerilim yavaş yavaş tırmanıyor, ve tam olarak neler olduğunu filmin sonuna doğru öğreniyorsunuz. 
Başka bir kurgu, kanımca bu filmden çok şey götürürdü.

Filmi izleyen çocuklu çiftlerin “anne mi hatalıydı, baba mı” tartışmaları yapmaları çok doğal. Film, ebeveynlere üzerinde konuşacak bol konu veriyor.
Doğrusunu isterseniz, bir yandan da, “annelik böyle bir şeyse, ben almayayım” diyesi geliyor insanın. Hele ki filmin sonunda, Eva’nın tavrını görünce, “çocuğu kollamak tamam da, nereye kadar” diye düşünüyor insan. Hatta biraz hayal kırıklığına uğruyor.

Filmi izleyince, bu yorumlarıma karşılık olarak “Anne olsan anlardın” diyenler çıkacaktır. “Çocuğu kollamak nereye kadar mı? Tabii ki uçurumun dibine kadar” diyenler de olacaktır. Annelik işte böyle bir şey. Ama ben bu finali annelik  duygusundan çok, “suçluluk duygusu”yla açıklıyorum. Filmin sonunda aklınızdan geçen “Niye Eva, niye?” sorusuna, ancak  şu yanıtı verirsem içim rahat ediyor: Suçluluk duygusu… O kadar ağır, o kadar yıpratıcı bir duygudur ki o, insan ondan kurtulmak için her şeyi yapabilir.

Çünkü insanın kendi çocuğundan hoşlanmaması, onu sevmemesi kimbilir bir kadın için ne kadar katlanılmaz, bir anne için nasıl acı verici bir duygudur. Çünkü Eva’nın Kevin'le normal bir anne-çocuk ilişkisi kurmak için yıllar boyu ümitsizce çabalaması sonuç vermemiştir. Eva, her kadının genlerine kodlanmış anneliğin yapıtaşlarına adeta ihanet etmiş, anne gibi bir anne olamamıştır. Kocası bile onu iyi anne olamamakla -üstü kapalı da olsa- suçlamamış mıdır?       

Anne olmasa da her kadının ruhunda annelik vardır. Kadınlar anneliğe laf söyletmezler ve bu konuda çok net ve samimidirler. Bu kadar ağır bir yükü taşımanın, bu kadarcık bir ayrıcalığı hakettirdiğini düşünürler. Bu film, "annelik"in bu sorgulanamaz hali, anne olmadaki adanmışlık üzerine, hiç değilse biraz düşünmemize neden oluyor.

Çok iyi bir oyunculuk, harika bir kurgu, sarsıcı bir hikaye.
Lionel Shriver’in (Asıl adı Margaret Ann olan, İngiliz bir kadın yazar) aynı adlı kitabından  uyarlanmış. Mutlaka izleyin diyorum. Arada tokat yemek iyidir, iyi gelir.
3 Şubatta vizyona giriyormuş.

İyi seyirler.

Bayan Hiçkimse




1 Şubat 2012 Çarşamba

The Descendants (Senden Bana Kalan)-Vedalar ve Yeni Başlangıçlar...


THE DESCENDANTS


Bugün gazetede okudum. Avustralya’da yıllarca evde ölümü bekleyen hastalara bakan bir hemşire, yazdığı kitapta hayatının sonuna gelenlerin en büyük “keşke”lerini sıralamış:

1-Başkalarını takmayıp düşlerimi gerçekleştirseydim. 2- Bu kadar çok çalışmasaydım.
3- Duygularımı bastırmasaydım. 4-Arkadaşlarımı ihmal etmeseydim.5-Değişimlerden korkmasaydım.

The Descendants filmi, bu keşkelerden “Bu kadar çok çalışmasaydım”a aday George Clooney’nin (Matt) pişmanlıklarıyla açılıyor. Yıllardır karısı (Elizabeth) ve kızları (Alex ile Scotty) ile doğru dürüst bir ilişki kuramamış bir avukatın, cennet  Hawaii’deki yaşamı karısının bir tekne kazasında komaya girmesiyle altüst olur. Bu kaza, hem evliliğini, hem kızlarıyla ilişkisini, hem de hayatını sorgulayıp kararlarını gözden geçirmesine neden olacaktır.

Filmin çok yumuşak, işlediği ağır konulara dayanmamızı sağlayacak esprili bir anlatımı var. Ölüm, pişmanlıklar, aldatmalar, keşkeler, büyük kararlar, büyük sorumluluklarla dolu insan hayatının, aynı zamanda sevgi ve dayanışmayla nasıl tüm bunlara rağmen güzelleştirilebileceğini görüyoruz. Hayat tam da böyle bir şey işte. Kolay değil, rahat değil, çok fazla acı var. Ama insan denen canlının dayanma gücüne şapka çıkarmamak elde değil.

Filmin en güzel yanlarından biri de, karakterleri son derece objektif olarak işlemiş olması. Komadaki Elizabeth’in babasının ve Alex’in arkadaşı Sid’in ne kadar sinir bozucu karakterler olduğunu düşünürken, bir sonraki sahnede fikrinizi değiştiriveriyorsunuz. Film, kahramanlar;  ideal kişilikler yaratmamış. İnsanı tüm zaaflarıyla göstermeye çalışmış. Öyle ki 17 yaşındaki Alex’in  arkadaşı Sid’i “tam bir gerizekalı” olarak damgaladığınız anda, uluorta sergilemediği, ancak kendisine bir şans verdiğinizde görebildiğiniz olgun ve bilge yanına tanık olup şaşırıyorsunuz. Üstelik film inandırıcı bir biçimde yapıyor bunu. Matt’e, “Biz sorunlarla başka şeylerden bahsederek ve iyi vakit geçirmeye çalışarak baş ederiz” demesi, aslında hepimizin dikkate alması gereken bir yöntem diye düşünüyorum. Bazen en iyi yol doğrudan sorunu konuşmak değil, yardım etmeye çalıştığımız insanın kendisini iyi hissetmesini sağlamaktır.

Birey olabilmiş ve temel ihtiyaçlarını gidermiş olan insanoğlunun en büyük dertlerinden birisi, “hayatında nelere öncelik vereceği”sanırım. Çünkü nereye emek harcarsak, hayat o yönde gelişiyor. Akılla yüreğin sesini harmanlamak en zoru, ama bunu yapmayınca keşkeler birbirini kovalıyor.

Film, aldatmak ve aldatılmak üzerine de –üstü kapalı da olsa – çok şey söylüyor.
Kendi adıma  karakterlerin keskin olmayan, aşırı uçlara gitmeyen ama yine de bir tavır sergileyen duruşlarını çok beğendim.

Tabii şu duygumu da yazmalıyım. Matt’in bir baba olarak içine düştüğü durum, çocukların babalarıyla konuşma şekli, yalnız yaşamak isteyebileceği duyguları hiç tanımadığı insanların yanında aldığı haberler nedeniyle onların önünde göğüslemek zorunda kalması falan biraz içinizi acıtıyor. Ama bu paylaşımlar Matt’in üzerinden büyük bir yükü alıyor aynı zamanda. Şu yabancılar, gerçekten de çocuklarına birey muamelesi yapıyor. Tüm artı ve eksileriyle, batı kültüründe böyle bir fark olduğunu kabul etmek lazım.

Son olarak, filmin veda etmeye verdiği önemi de takdir ediyorum. Yakınlarım bilir, hayatımda bir yer etmiş insanlarla vedalaşabilmek, helalleşebilmek, onlarla yarım kalan ne hesabım varsa kapatabilmek benim için çok önemlidir. Sırf bu nedenle, vedalaşmaya zaman kalsın diye ölüm döşeğinde bir süre geçirmek isterim. Sırf bu nedenle veda etmeden gitmeyi saygısızlık sayarım. Hayatıma dokunmuş insanlardan da bunu beklerim. 

İşte bu filmde de, gidenin vedası değil ama gidene veda etmenin önemi vurgulanıyor. Matt, Elizabeth’in arkadaşlarını bir araya toplayıp, onlara Elizabeth’le vedalaşma şansı tanıyor örneğin. Tam bu noktada, filmde duyduğum o çok harika veda sözcüklerini yazmadan geçemeyeceğim: “Aşkım, Arkadaşım, Kaderim, Neşem. Hoşçakal.”
Böyle sözcüklerle veda edilmek, insanı hayatındaki bütün keşkelerinden arındırabilir.

Film En İyi Yönetmen (Alexander Payne), En İyi Film, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu (George Clooney) dallarında Oscara aday. Hikaye, Kaui Hemmings’in The Descendants adlı romanından uyarlanmış. Ne kadar iyi uyarlandığını görmek için kitabı okumak gerekir tabii. Ama filmde bir bütünlük olduğu kesin.

Ve son söz: Hayatın yüzyıllardır karşımıza çıkardığı aşk, aldatmak, emek harcamak, sahip olmak, evlilik,  ebeveyn olmak, iletişim kurmak gibi konularda arkadaşlarınızla sıkı bir sohbete vesile olabilir bu film. İzleyin derim.

Bu arada, The Descendants “Altsoy, Döl” demekmiş. Oysa bana daha çok “Üstsoy”, yani “Kökler” den bahsediyor gibi gelmişti.

İyi seyirler.

Bayan Hiçkimse