4 Şubat 2012 Cumartesi

The Artist-Sinema Ses Getiriyor


THE ARTIST

1920’li yıllar. Sessiz filmlerin starı George Valentin, aktris olmak isteyen genç Peppy Miller’a destek olur. Ancak büyük stüdyolar artık sesli film çekmeye başlamışlardır ve Peppy Miller hızla yükselirken, sesli filmleri küçümseyen George Valentin için düşüş kaçınılmaz olacaktır.

Artist, başlar başlamaz seyirciyi içine alıyor ve ilk on beş dakikada film endüstrisini pek çok yönüyle (gala gecesi heyecanı, oyuncuların egosu ve aralarındaki çekişme, filmin yapımcısının filmin beğenildiğini gördüğünde ellerini ovuşturması, seyircilerin filmi tutkuyla, kendilerini kaptırarak izlemeleri v.s. ) son derece başarılı bir şekilde gözler önüne sererek, daha baştan alkışı hak ediyor.

Ama artılar bununla bitmiyor. Filmin siyah beyaz ve sessiz çekilmesi o dönemin ruhunu anlamamızı çok kolaylaştırıyor. George Valentin’i oynayan Fransız aktör Jean Dujardin, sol kaş aşağı yönelirken sağ kaş yukarı bakacak kadar başarılı olan mimikleriyle harika bir George Valentin portresi çiziyor. Bu adam Gene Kelly’le Erroll Flynn’in karışımı sanki, hatta biraz Clark Gable havası bile var. Maçolukla kibarlığı harmanlamış, “ben sevdiğim kadına harika hissettirebilen kötü erkeğim” havasında. Ayrıca güzel gülümsüyor.  

Öte yandan, filmin yönetmeni Michel Hazanavicius’un gerçek hayattaki eşi, Peppy Miller’ı oynayan Berenice Bejo, adeta ışıldıyor. Onunkisi çocuksu ve davetkar bir güzellik. Rolüne cuk oturmuş. Filmde küçük rollerden başrole doğru hızla yükselişini izlerken, “bu kız yükselmeyecek de kim yükselecek” diyorsunuz. Göründüğü her sahnede, star ışığı denen şey gözlerimizi alıyor. Fakat yanılıp da kendisini başrol oyuncusu sanmayalım.Artist filmi ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscara aday.

Filmin rüya (kabus) sahnesi etkileyici. Sesli filmlerde gelecek görmeyip yapımcısına kafa tutan George Valentin, rüyasında stüdyoda odasındadır. Etrafındaki her şey ses çıkarmakta, köpeği havlamakta, telefon çalmaktadır;  ancak ne kadar çığlık atsa da George kendi sesini duyamaz. George’un gördüğü bu kabus, sesli filmlerle ilgili olarak yapımcısına “gelecek böyleyse ben almayayım” derken, aslında kendisinin de ne kadar tereddütlü olduğunu biz izleyenlere başarıyla hissettiriyor. Gerçekten de bu sahneden sonra, durumun ciddiyetini ve George’un içinde bulunduğu yol ayrımını çok daha iyi anlıyorsunuz.

Filmde bir de final sahnesi sesli çekilmiş, ki bu da çok yerinde bir tercih olmuş.  
Final sahnesinde, son birkaç dakikada kendinizi sessiz değil, sesli film izlerken buluyorsunuz. Böylece sadece bir buçuk saat sessiz film izledikten sonra bile sesli filme geçiş yaptığınızda, bünyenin nasıl yadırgadığını görüp şaşırıyorsunuz. O zaman empati başlıyor: Koskoca bir sektörün sessiz filmden sesli filme geçişi ne kadar zor olmuştur kimbilir! Final sahnesi, yarattığı bu empati ile takdirimi kazanıyor.
Aynı zamanda devrin gerçekten de değiştiğinin sembolik olarak altını çiziyor ve seyirci de, o anda, sinemanın artık sesli çekilmeye başladığını tamamen kabulleniyor.    

Bu filmden sonra sesli sinemanın doğuşu ile ilgili internette küçük bir araştırma yaptım. Öğrendim ki, 1927 yılına kadar tümüyle sessiz çekilen filmler, 1927 yılında sesli çekilmeye başlanmış. İlk sesli film Caz Şarkıcısı (The Jazz Singer) imiş. Sessiz filmler, bazı büyük salonlarda özel orkestraların yaptığı müzik eşliğinde gösterilir ve perdeye zaman zaman, filmin akışını kesintiye uğratan açıklayıcı yazılar/diyaloglar yansırmış.
Sesli film çekilmeye başlanması ile sinema yeni starlar yaratırken, sesi güzel olmayan, rollerini ezberleyemeyen ya da hala abartılı jest ve mimik hareketleri ile oynayan oyuncuların dönemi sona ermiş.  

The Artist, on dalda Oscar adayı. En İyi (Film, Yönetmen, Senaryo, Müzik, Erkek Oyuncu, Kurgu, Kostüm, Yardımcı Kadın Oyuncu, Görüntü Yönetmeni, Sanat Yönetmeni).

Yapımcıda John Goodman’ın oyunu bence çok iyi. Zaten oyunculuklara laf yok, hatta filmdeki köpeğin Oscarlık performansı bile konuşuldu bir ara. Bana göre de köpek harika oynamış. Filmdeki sahibinin gözünün içine bakıyor, bir an bile onu izlemekten vazgeçmiyor. Yoksa bu köpek gerçekten Jean Dujardin’in köpeği mi diye düşünüyor insan. İnandırıcı oyunculuk diye ben buna derim!

Filmin tüm artılarından sonra bir de eksisinden bahsedeyim. İyi anlatılmış; başarılı buluşlar, iyi oyunculuk, iyi bir teknikle desteklenmiş, ancak "zayıf" bir hikayeyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. 
Kariyeri yükselişe geçen vefalı, iyi kalpli genç yetenek ile yeniliklere ayak uydur-a-mayan eski star; son derece bildik bir hikaye değil mi sizce de?

İyi seyirler.

Bayan Hiçkimse

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder