6 Mart 2012 Salı

HUGO - Amacını Kaybedersen, Bozulmuş Sayılırsın

Eski bir arkadaşım şöyle demişti:
"Her canlının bir amacı vardır. Mesela kuşların amacı, uçmaktır".
Ne kadar doğru!


O güne kadar hissiyat olarak hoşlanmadığım "kafesteki kuşlar" olgusu, o günden sonra aklımla da destekleyebildiğim bir reddedişe dönüştü. Kendini gerçekleştirebilmek için uçması gereken bir canlıyı kafese kapatan zihniyetten nefret ettim. Hayvanat bahçelerini eskisi kadar sevmez oldum. 


Ama bu konuda bardağı taşıran son damla, şimdi hatırlamadığım bir tanesinde, 10 metrekareden daha geniş olmayan bir alana kapatılmış bir kurtla gözgöze geldiğim an oldu.  Etrafta kimse yoktu. Aramızda en fazla üç metre vardı. O, parmaklıkların ardından gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Ben de ona baktım. Bu böyle birkaç dakika devam etti. Sonra ansızın içimi dayanılmaz bir sızı kapladı. O hayvanın uçsuz bucaksız bir ormanda koşmak yerine orada olması çok canımı yaktı. Sanırım gözlerini ilk kaçıran ben oldum, çünkü utanmıştım. O günden beri hayvanat bahçelerine gidemiyorum. Ne zaman o anı hatırlasam, o günkü gibi acı çekiyorum :(. 

Bunu size anlatmanın sebebi, Hugo'da da canlı cansız herşeyin ve herkesin bir amacı olduğundan bahsedilmesi. Hugo (Cabret), babasının ölümünden sonra istasyonu mesken tutmuş bir oğlan çocuğu.  Nesneleri tamir ediyor, çünkü bozuk makineler onu üzüyor. Onların üzerine düşen görevi yapamamalarına katlanamıyor. Ve insanlar için de aynı şeyin geçerli olabileceğini düşünüyor: "Amacını kaybedersen, bozuk bir makineden farkın kalmaz".


Film, bu argümanla beni  kalbimden yakalıyor, herkes hayattaki amacını bulmalı diye düşünüyorum. Ama tabii biz insanlar için bu o kadar kolay değil. Bir konserve açacağı olsaydık, amacımız konserveleri açmak olurdu. Oysa biz canlıyız, insanız; ve kendimizi nasıl gerçekleştireceğimizi bulmamız gerekiyor.


Hugo öyle herkesi çarpacak bir film değil. Tuhaf bir kopukluğu var filmin, hatta ilk yarıda film sanki ilerlemiyor gibi hissediyorsunuz. Ama ben derim ki, sadece film izlemekle değil, sinema sanatıyla da ilgileniyorsanız, Hugo'yu mutlaka görün. Her şeyden önce büyüleyici güzellikte üç boyutlu sahneleri için. Özellikle filmin ilk beş dakikasında, kameranın hareketleriyle, adeta diğer insanlarla birlikte 1930'lu yılların Paris'indeki o tren istasyonunda günün başlamasına tanık olmak harika bir duygu. Tabii filmi sinemada izlemek gerektiğini bir kez daha vurgulayayım. İkinci olarak, film sinemanın ustalarına, özellikle de bugünkü sinemanın temellerini atan, sinemada pek çok ilki gerçekleştiren George Melies'e bir saygı duruşu niteliğinde.  Aslında bir sihirbaz olan George Melies, 34 yaşında Lumier kardeşlerin bulduğu sinematograf makinesinin bir benzerini yaparak, onlarca film çekmiş. Sinemada özel efekti kullanan ilk yönetmen olarak biliniyor. Hugo, onun filmlerini de bize tanıtıyor ve bir tek insanın hayatta ne kadar çok şeyi değiştirebileceğini hatırlatıyor. 


Filmin konusuna gelince: Hugo Cabret, barındığı tren istasyonundaki dükkanlardan karnını doyuracak kadar yiyecek aşırmakta, boş zamanlarında babasıyla birlikte başladıkları bir işi tamamlamaya çalışmaktadır: Otomaton tamiri. Otomaton dedikleri, robota benzer, ancak saat mekanizması gibi komplike çarklarla çalışan insan görünümlü bir makinedir. O zamanın robotu da diyebiliriz. Hugo, otomatonu tamir edip çalıştırabilirse babasından mesaj alacağını düşünerek istasyondaki oyuncakçıdan tamire yarayacak ufak tefek parçalar çalar. Bu arada, başıboş dolaşan kimsesiz çocukları yakalayıp yetimhaneye teslim etmeyi iş edinmiş olan istasyon şefinden kaçmaktadır. Hayat bu minvalde akarken oyuncakçı dükkanı sahibi Hugo'yu kendisinden bir şeyler çalarken yakalar ve otomatonu tamir etmekte yararlandığı çizimlerin bulunduğu deftere el koyar. İşte bu andan sonra biz, oyuncakçının kim olduğunun ve o deftere niçin el koyduğunun cevabını izlemeye başlarız. 


Hugo, hayattaki amaçlarımızı düşündürürken, bize tutkularımızın peşinden gitmeyi öğütlüyor. Belki de en çok sevdiğimiz ve vazgeçemeyeceğimiz işi yapmak bizim hayattaki amacımızdır. Hadi gelin öyle bir iş yapalım ki, o işi iyi yapmakla kalmayalım; yaptığımız şeyle dünyayı değiştirelim. 


Yeter mi peki? Hayır. Birilerinin de hikayemizi anlatması gerek. 
O hikayeler anlatılmadan, dünya tam olarak değişmiyor. İşte Hugo'nun arkadaşı Isabelle sayesinde, hem Hugo'nun hem de George Melies'in hikayesi bize ulaşıyor. 
Finaldeki sahneye dikkat. Isabelle elindeki deftere yazmaya başlayarak, bence kendisi de hayattaki amacını buluyor. 
Sinema yapanlar, yazarlar... Hikaye anlatıcılarının hepsi. Sizlere ne kadar teşekkür etsek azdır. 


Film, Brian Selznick'in çocuk kitabından uyarlama. The İnvention of Hugo Cabret, İngilizce ve Türkçe olarak kitapçılarda. Okumak isterseniz...


İyi seyirler. 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder